Twilight
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 10. Bölüm (Sorgulamalar)

Aşağa gitmek

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 10. Bölüm (Sorgulamalar)  Empty Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 10. Bölüm (Sorgulamalar)

Mesaj tarafından Admin Çarş. Tem. 14, 2010 6:19 pm

10.SORGULAMALAR

Sabahleyin, önceki gecenin bir rüya olduğundan emin olan tarafımla
mücadele etmem çok zor oldu. Mantığım ya da sağduyum, benden yana
değildi. Hayal edemeyeceğim şeylere, örneğin kokusuna tutunuyordum. Bunu
benim uyduramayacağımdan emindim.
Camdan dışarı baktığımda havanın sisli ve karanlık olduğunu gördüm.
Buna çok sevindim. Bu durumda Edward’ın okula gelmemesi için hiçbir
neden yoktu. Ceketimin olmadığını göz önünde bulundurarak kalın giysiler
giydim. Bu da hazırlıklarımın gerçek olduğunun, belleğimin beni
yanıltmadığının kanıtıydı.
Alt kata indiğimde, Charlkie’nin gittiğini gördüm. Her gün biraz
daha geç kalkıyordum. Aceleyle bir çikolata yedim, karton kutudan süt
içtim ve evden çıktım. Jessica’yı bulana kadar yağmur yağmayacağını
umuyordum.
Hava her zamankinden daha sisliydi. Yüzüm ve boynum çok üşümüştü.
Kamyonetimdeki ısıtıcıyı bir an önce çalıştırmak istiyordum. Sis o kadar
yoğundu ki yolda bir araba olduğunu bile ancak ona çok yaklaşınca
farkettim. Gümüş rengi bir arabaydı bu. Kalbim çarpmaya başladı.
Nereden geldiğini de görememiştim. Bir an önümde belirmişti sanki.
Şimdi de benim için kapıyı açıyordu.
“Bugün benimle gelmek ister misin?” diye sordu. Yüzünde yine beni
hazırlıksız yakalamış olmanın keyfi vardı. Sesi o kadar kararlı olmadığı
için seçim yapma şansım vardı.Onun teklifini reddedebilirdim. Belki de
bir tarafı bunu istiyordu ama hiç şansı yoktu.
“Evet, teşekkür ederim.” Dedim sakin bir ses ile konuşmak için
elimden geleni yaparak. Sıcacık bir arabaya bindiğimde bej rengi
ceketinin yolcu koltuğunda olduğunu gördüm. Kapıyı kapatım çabuk yerine
geçti. Arabayı çalıştırdı.
“Ceketi senin için getirdim. Hasta olmam istemedim.” Beni korumaya
çalışır gibiydi. Onun ceket giymediğini farkettim. Yalnızca uzun kollu, V
yakalı, gri örgü bir kazak giymişti. Kazak yine kaslı göğsünü ortaya
çıkarmıştı. Ama yüzü öyle muhteşemdi ki vücuduna bakamıyordum.
“Ben o kadar çıtkırıldım değilim.” dedim, yine de ceketi alıp
giydim. Kokunun hatırladığım kadar güzel olup olmadığını merak
ediyordum; daha da muhteşemdi!
“Değil misin?” Bunu o kadar alçak sesle söylemişti ki benim duymamı
istediğinden bile emin değildim.
Sisli caddelerde yol alırken kendimizi garip hissediyorduk. En
azından ben öyle hissediyordum. Önceki gece duvarlar yıkılmıştı… bugün
de o kadar yakın olup olamayacağımızı bilmiyordum. Bu yüzden
konuşamıyordum. Onun konuşmasını bekledim.
Bana bakıp güldü. “Ne o, bugün elli tane soru sormayacak mısın
bana?”
“Sorularım seni rahatsız mı ediyor?”
“Verdiğin tepkiler daha çok rahatsız ediyor.” Şaka yapıyor gibiydi
ama emin olamazdım.
Kaşlarımı çattım. “Kötü tepkiler mi veriyorum?”
“Hayır, mesele de bu zaten. Herşeyi soğukkanlılıkla karşılıyorsun.
Hiç doğal değil bu. O anda gerçekten ne düşündüğünü merak ediyorum.”
“Sana ne düşündüğümü söylüyorum.”
“Ama süzgeçten geçirerek söylüyorsun.” Dedi suçlar gibi.
“Pek fazla değil.”
“Ama beni deli etmeye yetiyor.”
“Duymak isteyeceğini sanmıyorum.” Diye mırıldandım. Sözcükler
ağzımdan çıkar çıkmaz bunları söylediğime pişman oldum. Sesimdeki acı
çok belirgin değildi; onun bunu farketmemiş olduğunu umdum.
Karşılık vermedi. Morelini mi bozmuştum acaba? Okulda araba park
yerine doğru giderken yüzü ifadesizdi. Birden aklıma bir şey geldi.
“Kardeşlerin nerede?” Elbette onunla yalnız kalmaktan çok hoşnuttum;
ama arabasının hep dolu olduğunu bildiğim için bunu merak etmiştim.
“Onlar Rosalie’nin arabasıyla geldiler.” diyerek omuz sirkti.
Arabasını üstü açık, parlak kırmızı arabanın yanına park etti. “Çok
çekici değil mi?”
“Vay be! Bu araba onunsa neden senin arabanla geliyor?” dedim.
“Dedim ya, çok dikkat çekici. Biz göze batmamaya çalışıyoruz.”
“Bu konuda başarılı olduğunuz söylenemez.” Arabadan inerken gülerek
başımı salladım. Derse geç kalmamıştım. Edward arabayı deli gibi hızlı
kullandığı için okula erken varmamı sağlamıştı. “Arabanın fazla dikkat
çekici olduğunu düşünüyorsanız, neden Rosalie bugün okula bununla
geldi?”
“Farkında değil misin? Bütün kuralları yıkıyorum.” Okula doğru
ilerlerken birbirimize çok yakındık. Ben aramızdaki o kısacık arayı da
kapatmak ve ona dokunmak istiyordum ama bunu reddedeceğinden
korkuyordum.
“Göze batmak istemiyorsanız, neden böyle arabalar kullanıyorsunuz?”
diye düşündüm yüksek sesle.
“Bu bir bağımlılık.” Sırıttı. “Hepimiz hız meraklısıyız.”
“Belli,” dedim gülerek.
Jessica kafeteryanın önünde bekliyordu. Gözleri yuvalarından
uğramıştı. Neyse ki kolunda ceketim vardı.
“Selam Jessica,” dedim. “Ceketimi unutmamışsın, teşekkür ederim.”
Hiçbir şey söylemeden elindeki ceketi bana verdi.
“Günaydın, Jessica,” dedi Edward nazik bir tavırla. Sesi ve
gözlerinin cazibesi onun suçu değildi.
“Me…Merhaba.” Jessica kendine gelmeye çalışırken hayretle büyüyen
gözlerini bana çevirdi. “Trigonometri dersinde görüşürüz Bella.” Bana
anlamlı anlamlı baktı. İçimi çektim. Ona ne söyleyecektim?
“Tamam, görüşürüz.
Okul binasına doğru yürürken iki kez dönüp arkasına baktı.
“Ona ne söyleyceksin?” diye mırıldandı Edward.
“Hey! Benim zihnimi okuyamadığını sanıyordum!” dedim dişlerimin
arasından.
“Okuyamıyorum zaten!” dedi, şaşırmıştı. Sonra ne düşündüğümü
anlayınca gözleri parladı. “Ama Jessica’nın zihnini okuyabiliyorum.
Derste fena sıkıştıracak.”
Ceketini ona verirken homurdandım. Kendi ceketimi giydim. Edward
ceketini katlayıp koluna aldı.
“Ona ne söyleyeceksin?”
“Biraz yardımcı olsan?” diye yalvardım. “Ne öğrenmek istiyor?”
Hain bir gülümsemeyle başını salladı. “Bu haksızlık olur.”
“Ama bildiklerini benimle paylaşmıyorsun! Asıl haksızlık bu!”
Birlikte yürürken bir an düşündü. İlk derse gireceğim sınıfın
kapısında durduk.
“Bizim gizlice flört edip etmediğimizi öğrenmek ve senin benim
hakkımdaki duygularını bilmek istiyor,” dedi sonunda.
“ Tanrım! Ona ne diyeceğim?” Olabildiğince masum bir ifade
takınmaya çalıştım.İnsanlar yanımızdan geçip sınıfa giriyor ve büyük
olasılıkla bizibakıyorlardı ama onların farkında bile değildim.
“Hımm.” Tokamdan kurtulan bir tutam saçımı alıp kulağımın arkasına
sıkıştırdı. Kalbim deli gibi çarpıyordu. “Bence ilk soruya evet
diyebilirsin. Tabii senin için bir sakıncası yoksa. Bu, başka şeyleri
açıklamaktan daha kolay olacaktır.”
“Benim için bir sakıncası yok,” dedim yavaşça.
“Diğer soruya gelince… Cevabını duymak için bende kulak
kesileceğim.” Yüzünde o çok sevdiğim çarpık güzümsemesi belirdi. Ben de
gülümseyerek karşılık verdim. Arkasını dönüp yürüdü.
“Öğle yemeğinde görüşürüz,” diyerek seslendi. O sırada yanımızdan
geçen üç kişi dönüp bize baktı.
Telaşla sınıfa girdim. Yüzüm kızarmıştı; ben de bu durumdan hiç
hoşnut değildim. Şimdi Jessica’ya ne söyleyeceğim konusunda daha çok
endişeleniyordum. Sırama oturdum, çantamı gürültüyle yere attım.
“Günaydın Bella,” dedi Mike. Bu kez bana ifadesiz yüzle bakıyordu.
“Port Angeles nasıldı?”
“Port Angeles…” Bu konuda dürüst olmam mümkün değildi. “Harikaydı.
Jessica kendine çok hoş bir elbise aldı.”
“Pazartesi gecesi konusunda bir şey söyledi mi?” diye sordu gözleri
parlayarak. Konuşma bu noktaya gelince gülümsedim.
“Çok iyi vakit geçirdiğini söyledi,” dedim.
“Öyle mi?” dedi hevesle.
“Aynen öyle söyledi.”
Bay Mason dersle ilgilenmemizi ve ödevlerimizi teslim etmemizi
söyledi. Bunu izleyen İngilizce ve Devlet Yönetimi dersinden de hiçbir
şey anlamadım çünkü Jessica’ya ne söyleyeceğimi düşünüyordum. Ayrıca
Edward’ın Jessica’nın zihnini okuyarak benim ne söylediğimi
öğrenmesinden korkuyordum. Ne kadar rahatsız edici bir yetenekti bu!
Tabii benim hayatımı kurtarmadığı sürece.
İkinci dersin sonunda sis epey dağılmıştı ama gökyüzü alçak ve
koyu renk bulutlar yüzünden kasvetliydi. Gökyüzüne bakıp gülümsedim.
Edward haklıydı elbette. Trigonometri dersinin yapılacağı sınıfa
girdiğimde, arka sıralardan birinde oturuyor ve heyecandan ölüyordu.
Kendimi bu işi ne kadar çabuk bitirirsem o kadar iyi olacağına ikna
etmeye çalışarak gönülsüzce onun yanına gittim.
“Daha sırama yerleşmeden, “Bana her şeyi anlat diye emretti.
“Ne öğrenmek istiyorsun?” dedim kaçamak bir tavırla.
“Dün gece ne oldu?”
“Bana yemek ısmarladı, sonra beni eve bıraktı.”
Jessica bana baktı; yüzünde kuşku dolu bir ifade vardı. “Eve o
kadar çabuk gitmeyi nasıl başardın?”
“Manyak gibi araba kullanıyor. Çok korktum.” Edward’ın bunu
duyduğunu umuyordum.
“Bu bir randevu muydu? Onunla orada buluşmak üzere sözleşmiş
miydin?”
Bu hiç aklıma gelmemişti. “Hayır, onu görünce ben de çok şaşırdım.”
Sesimde şeffaf dürüstlüğü fark edince hayal kırıklığı içinde
dudağını büktü.
“Bugün de seni o okula getirdi, değil mi?” diye sordu.
“Evet, ama bu da süprizdi. Dün gece ceketimin olmadığını
farketmişti,” diye açıkladım.
“Onunla yine çıkacak mısın?”
“Cumartesi günü beni Seatle’a götürmeyi teklif etti. Oraya
komyonetimle gitmemin mümkün olmadığını düşünüyor. Bu çıkmak sayılır
mı?”
“Evet.” Başını salladı.
“Eh,o zaman evet.”
“Vay beee!” dedi. “Edward Cullen.”
“Farkındayım,” dedim.
“Dur bakalım!” dedi elini trafik polisi gibi havaya kaldırarak.
“Seni öptü mü?”
“Hayır,” diye homurdandım. “Öyle bir şey olmadı.”
Hayal kırıklığına uğramıştı. Aslında ben de farklı değildim.
“Cumartesi günü öper mi sence?” Kaşlarını kaldırdı.
“Bundan şüpheliyim.” Hoşnutsuzluğum sesimden anlaşılıyordu
herhalde.
“Ne konuştunuz?” diye fısıldadı Jessica, daha fazla bilgi almakta
kararlıydı. Ders başlamıştı ama Bay Varner bizimle ilgilenmiyordu. Zaten
sınıfta tek konuşan biz değildik.
“Bilmem, bir sürü şey konuştuk.” Diye cevap verdim. “İngilizce
ödevinden söz ettik.” Bir ara çok kısa bundan konuştuğumuz doğruydu.
“Lütfen Bella!” diye yalvardı Jessica. “Biraz ayrıntılı anlat.”
“Şey… peki… Edward’la Flört etmeye çalışan garson kızı görmeliydin.
Çok güzeldi. Ama Edward onunla hiç ilgilenmedi.” Edward bu sözlerimi
nasıl yorumlayacak acaba!
“Bu iyiye işaret,” diyerek başını salladı. Jessica. “Kız çok mu
güzeldi?”
“Hem de nasıl! Herhalde on dokuz ya da yirmi yaşındaydı.”
“Daha da iyi işte. Demek senden gerçekten hoşlanıyor.”
“Bende öyle düşünüyorum ama emin olmak imkansız. Edward çok
gizemli biri,” dedim içimi çekerek.
“Onunla yalnız kalmaya cesaret ettiğine inanamıyorum,” diye
mırıldandı.
“Neden?” Afallamıştım ama Jessica bu tepkimi fark etmedi.
“O çok… ürkütücü biri. Ona ne diyeceğimi bilemiyorum.” Jessica,
Edward’ın dayanılmaz bakışlarıyla baktığı geceyi ya da sabahı hatırlamış
olmalıydı olmalıydı ki yüzünü buruşturdu.
“Onun yanındayken benim kafam da allak bullak oluyor,” diye itiraf
ettim.
“Ama Edward inanaılmaz yakışıklı!”Jessica diğer sözcüklerinin bunu
yanında hiçbir önemi yokmuş gibi omuz sirkti. Onun kitabında
yakışıklılık herşeyden önemliydi.
“Onda bundan fazlası var.”
“Öyle mi? Ne gibi?
Bunu hiç söylememiş olmayı dilerdim.Tıpkı Edward’ın insanların
zihinlerini okuyabildiği konusunda şaka yaptığını dilediğim gibi.
“Bunu doğru ifade edebilir miyim bilmiyorum… ama o inanılmaz biri.
Göründüğünden daha inananılmaz!” İyi olmak isteyen, canavar olmamak
için insanların hayatını kurtarmaya çalışan bir vampir… Sınıfın ön
tarafına baktım.
“Bu mümkün mü?” Jessica kıkırdadı.
Onu duymazdan gedim, Bay Varner’ı dinliyormuş gibi yaptım.
“Öyleyse ondan hoşlanıyorsun?” Vazgeçecek gibi değildi.
“Evet,” dedim kısaca.
“Demek istediğim, ondan gerçekten hoşlanıyor musun?” diye
üsteledi.
“Evet,” dedim yine, kızarmıştım. Bu ayrıntının Jessica’nın
düşüncelerine kaydedilmeyeceğini umdum.
Jessica tek kelimelik cevaplardan sıkılmıştı. “Ondan ne kadar
hoşlanıyorsun?”
“Çok fazla,” diye fısıldadım. “Onun benden hoşlandığından daha
çok. Ama bu konuda ne yapabileceğimi bilmiyorum.” İçimi çektim yüzüm
hala kıpkırmızıydı sanırım.
O sırada şansım yağver gitmişti ve Bay Varner, Jessica’dan bir
soruyu cevaplamasını istedi.
Jessica, ders boyunca bir daha konuyu açacak fırsat bulamadı. Zil
çalar çalmaz ben karşı atağa geçtim.
“İngilizce dersinde Mike bana, senin pazartesi gecesi konusunda
bir şey söyleyip söylemediğini sordu,” dedim.
“Dalga geçiyorsun! Sen ne dedin?” Jessicaçok heyecanlanmıştı. Neyse
ki bu arada konu da değişmişti.
“Ona senin çok eğlendiğini söyledim. Çok memnun olmuş gibiydi.”
“Bana tam olarak onun ne dediğini ve senin ne cevap verdiğini
söyle!”
Yürüyüşümüz boyunca Mike’ın cümlelerini, İspanyolca dersi boyunca
da mimiklerini analiz ettik. Konunun yine bana gelmesinden
endişelenmeseydim, bunu bu kadar uzatmazdım.
Nihayet öğle yemeği zili çaldı. Hemen ayağa fırladım, kitaplarımı
çantama tıkıştırdım. Bu telaşım Jessica’nın gözünden kaçmamıştı.
“Bugün yemekte bizimle oturmayacaksın, değil mi?
“Sanmıyorum.” Edward’ın yine hiç habersiz ortadan kaybolmayacağından
emin olamazdım ki.
Sınıfın kapısında, tıpkı bir Yunan tanrısını andıran Edward duvara
yaslanmış halde beni bekliyordu. Jessica bana şöyle bir baktı, gözlerini
devirdi ve gitti.
“Sonra görüşürüz Bella,” diye seslendi giderken imalı bir sesle. Eve
gittiğimde telefonun sesini kısmak zorunda kalabilirdim.
“Merhaba,” dedi Edward. Hem eğlenmiş hem de rahatsız olmuş gibiydi.
Bizi dinlediği belliydi.
“Merhaba.”
“Söyleyecek başka bir şey bulamadım. O da bir şey söylemedi;
herhalde bana zaman tanıyordu. Kafeteryaya giderken hiç konuşmadık. Öğle
yemeği curcunası içinde Edward’la birlikte yürürken okula ilk geldiğim
günü hatırladım. Yine herkes bana bakıyordu.
Edward yemek kuyruğuna girdi, etkileyici bakışlarını birkaç
saniyede bir yüzüme çeviriyor ama bir şey söylemiyordu. Yüzündeki ifade
eğlendiğini değil, rahatsız olduğunu gösteriyordu. Ben de gerilmiştim;
ceketimin fermuarıyla oynamaya başladım.
Edward tezgahtan bir tepsi dolusu yemek aldı.
“Ne yapıyorsun?” dedim. “Bunların hepsini benim için almıyorsun değil
mi?”
Başını iki yana salladı.
“Yarısı benim.”
Tek kaşımı kaldırdım.
Daha önce oturduğumuz masaya doğru yürüdü. Biz karşılıklı otururken,
uzun masanın diğer ucunda oturan bir grup son sınıf öğrencisi şaşkınlık
içinde bakıyordu. Edward hiçbirinin farkında değilsi sanki.
“Hangisini istersen ye,” dedi tepsiyi önüme iterek.
“Çok merak ediyorum,” dedim,bir elme alıp elimde çevirirken. “Biri
seni yemek yemeye zorlasa ne yaparsın?”
“Sen de her şeyi merak ediyorsun.” Omuz sirkti. Gözlerimin içine
bakarak tepsiden bir dilim aldı; kocaman bir parça ısırdı, çiğnedi ve
yuttu. Onu seğrederken gözlerim faltaşı gibi açılmıştı.
“Biri seni çamur yemeye zorlasa, yiyebilirsin değil mi?” diye sordu
küçümseyici tavırla.
“Yüzümü buruşturdum. “İddia üzerine bunu yaptığım oldu,” dedim. “Çok
da kötü değildi.”
“Kahkaha attı. “Buna hiç şaşırmadım sanırım.” Birden arkamda bir şey
dikkatimi çekti.
“Jessica yaptığım her şeyi inceliyor, daha sonra bunların hepsini
sana anlatacağından eminim.” Pizzanın kalanını tepsiye bıraktı.
Jessica’dan söz etmek onu yine tedirgin etmişti.
Elmayı tepsiye koyup pizzayı ısırdım. Edward’ın birazdan
konuşacağını bildiğim için etrafıma bakmıyordum.
“Demek garson güzeldi?”
“Sen far etmedin mi?”
“Hayır. Onunla ilgilenmiyordum. Kafam başka şeyle meşguldü.”
“Zavallı kız.” Artık kıza karşı hoşgörülü olabilirdim.
“Jessica’ya söylediğin bir şey… aslında beni biraz rahatsız etti.”
Konuyu değiştirmeme izin vermiyordu. Boğuk bir sesle konuşuyor ve
endişeli gözlerle bana bakıyordu.
“Hoşuna gitmeyecek şeyleri duyman normal. Başkalarının konuşmalarını
dinlemek ayıptır, biliyorsun.”
“Sizi dinleyeceğimi söylemiştim.”
“Ben de düşündüğüm her şeyi öğrenmek istemeyeceğini söylemiştim.”
“Evet söylemiştin,” diyerek kabul etti. “Ama haklı değilsin. Ben
senin her düşündüğünü bilmek istiyorum. Yalnızca… bazı şeyleri
düşünmemeni tercih ederim.”
Kaşlarımı çattım. “Bu farklı bir durum.”
“Ama şu an asıl konumuz bu değil.”
“Konu ne öyleyse?” Masanın üzerinde birbirimize doğru eğilmiştik.
İri beyaz ellerini çenesinin altında birlerştirmişti, ben de sağ elimi
boynuma koyarak ona doğru uzanmıştım. Tabii kalabalık bir kafeteryada
olduğumuzu ve meraklı bakışların bizi izlediğinikendime hatırlatmam
gerekti. Her an bizim küçük ve gergin köşemize müdahale edebilirdi.
“Seni bana, benim sana verdiğimden daha fazla değer verdiğini mi
düşünüyorsun gerçekten?” diye mırıldandı Edward bana daha da yaklaşarak.
Altın sarısı gözleri delici bakışları fırlatıyordu.
Nefesim tıkandı. Gözlerimi onun gözlerinden kaçırdım.
“İşte yine aynı şeyi yapıyorsun,” dedim.
Şaşırmıştı. “Ne yapıyorum?”
“Yine beni büyülüyorsun.”
“Ya!” Kaşlarını çattı.
“Bu senin hatan değil.” İçimi çektim. “Elinde değil ki.”
“Soruma cevap verecek misin?”
Gözlerimi yere diktim. “Evet.”
“Hangisine evet? Soruma cevap vereceğine mi bunu gerçekten
düşündüğüne mi?” Yine rahatsız olmuştu.
“Evet, gerçekten böyle düşünüyorum.” Gözlerimi yerden kaldırmadan
parkeye bakmaya devam ettim. Edward’a bakmamak için kendimler mücadele
ediyorum; öte yandan bu sessizliği bozan taraf olmak da istemiyorum.
Sonunda kadife gibi yumuşak sesi ile konuştu. “Yanılıyorsun.”
Başımı kaldırdığımda gözlerinde de yumuşacık bir ifade olduğunu
gördüm.
“Bunu bilemezsin,” diye fısıldadım. Başımı kuşkuyla salladım. Oysa
sözleri kalbimin deli gibi çarpmasına neden olmuştu ve ona inanmayı çok
istiyordum.
“Böyle düşünmene neden olan şey ne?” Altın sarısı gözleri kafamı
delip geçiyor, beğnime işliyordu sanki.
Ben de ona baktım. Güzel yüzüne rağman net bir şekilde düşünmeye ve
bir açıklama bulmaya çalışıyordum. Ben doğru sözcükleri ararken
sabırsızlandığını, sessizliğimden hoşlanmadığını ve kaşlarını çattığını
fark ettim.
“Biraz düşüneyim,” dedim. Yüzündeki gerginlik kayboldu. Ona cevap
vereceğimi anladığı için rahatlamıştı sanki. Avuçlarımı birleştirdim.
Ellerime bakıp parmaklarımla oynamaya başladım. Sonunda konuşmayı
başardım.
“Çok net olan bazı şeyleri saymazsak, bazen…” duraksadım. “Emin
olamıyorum. Ben zihin okumayı bilmiyorum. Ama bazen bana başka bir
şeyler söylerken hoşça kal diyormuşsun gibi geliyor.” Sözcüklerinin
üzerinde yarattığı etkiyi ve bana çektirdiği acıyı en iyi böyle
tanımlayabilirdim.
“Zekice,” diye fısıldadı. Sanki korkumu onaylamış gibi yine aynı
acıyı hissettim. “Ama işte bu yüzden yanılıyorsun,” diye açıklamaya
başladı. Ama sonra gözlerini kıstı. “Çok net olan şeyler derken ne demek
istedin?”
“Bana bak,” dedim hiç gereği yokken, zaten bana bakıyordu. “Neredeyse
ölümüme neden olacak kazaları veya sakat kalmama yol açabilecek
sakarlığımı saymazsak, ben çok sıradan bir insanım. Ama sana bakacak
olursak…” Elimle onun insanı allak bullak eden kusursuz güzelliğini
işaret ettim.
Bir an sinirlenerek kaşlarını kaldırdı. Sonra bakışları sakinleşti.
“Sen kendini net bir biçimde göremiyorsun. Evet,sakarlıkların olduğu
doğru, ama okula geldiğin ilk gün okuldaki her erkeğin senin hakkında
neler düşündüğünü duymadın.” Gülüyordu.
Şaşırmıştım. “Buna inanamıyorum,” diye mırıldandım kendi kendime
konuşur gibi.
“Hiç değil se bu kez bana inan. Sen sıradanın tam karşıtısın.”
Bunu söylerken Edward’ın gözlerinde gördüğüm ifade, utancımı
memnuniyetimden daha güçlü olmasına neden oldu. Hemen asıl konuya
döndüm.
“Ama ben hoşçakal demiyorum.”
“Anlamıyor musun? Bu benim haklı olduğumu gösteriyor. Ben daha çok
değer veriyorum, çünkü ğer yapabilirsem –bu düşünceyle savaşıyormuş gibi
başını salladı- eğer gitmek en doğru şeyse, senin incilmemen, güvende
olman için kendime zarar veririm.”
“Ve sen benim de aynı şeyi yapabileceğimi düşünmüyorsun?”
“Hiçbir zaman seçimi sen yapmak zorunda kalmayacaksın.”
Birden ruh hali değişti; muzip muzip gülümsedi. “Tabii bu arada seni
korumak benim tam zamanlı işim olmaya başladı. Sürekli senin yanında
olmam gerekiyor.”
“Bugün kimse beni öldürmeye çaılşmadı,” dedim, sonunda ortam
yumuşadığı için memnundum. Vedalaşmaktan söz etmek istemiyordum. Mecbur
kalırsam, onu yanımda tutabilmek için kendimi tehlikeye atabilirdim. Bu
düşüncemi, onun yüzümden okumasına fırsat bırakmadan hemen aklımdan
uzaklaştırdım. Yoksa başım derde girerdi.
“Şimdilik,” dedi.
“Şimdilik,” diyerek onayladım onu. Aslında onunla tartışabilirdim ama
şimdilik başıma felaketler gelebileceğini düşünmesini istiyordum.
“Bir sorum daha var.” Yüzü sakindi.
“Sor.”
“Bu cumartesi gerçekten Seattle’a gitmen gerekiyor mu, yoksa bu
hayranlarımdan kurtulmak için bir bahane mi?”
Hafızamı şöyle bir yokladım. “Biliyorsun, Tyler meselesi yüzünden
seni hâlâ affetmedim, dedim. “Senin yüzünden
Mezüniyet balosuna onunla gideceğim düşüncesine kapıldı.”
“Ben bir şey yapmasam da bir yolunu bulup seni davet edecekti. Ben
yalnızca yüzünün ne hale geleceğini görmek istedim,” dedi gülerek.
Gülüşü bu kadar etkileyici olmasa, ona daha çok kızardım. “Seni ben
davet etseydim, beni de mi reddederdin?” Hâlâ gülüyordu.
“Büyük olasılıkla hayır,” diye itiraf ettim. “Ama sonra hasta
olduğumu ya da bileğimi incilttiğimi mahana ederek iptal ederdim.”
Bundan hiç hoşlanmamıştı. “İyi ama neden?”
Üzüntüyle başımı salladım.
“Sen beni beden eğitimi dersinde görmedin hiç. Görseydin, bunun
nedenini anlardın.”
“Yani düz yolda bile takılıp düşecek bir şeyler bulabileceğini mi
söylüyorsun?”
“Aynen öyle.”
“Bu sorun olmazdı.” Kendinden çok emindi. “Önemli olan idare etmek.”
Bu karşı çıkacağımı anladı ve konuşma fırsatı vermedi. “Bana cevap
vermedin. Seattle’a gitmek konusunda kararlı mısın? Farklı bir şeyler
yapmamızın senin için bir sakıncası var mı?”
‘Biz’ olduğumuz sürece yaptığımız hiç önemli değildi!
“Seçeneklere açığım,” dedim. Ama bana bir iyilik yapar mısın?”
Ne zaman açık uçlu sorular sorsam endişeleniyordu. Yine yüxünde
endişe vardı. “Nedir?”
“Arabayı ben kullanabilir miyim? Kaşlarını çattı.”Neden?”
“Çünkü Charlie’ye Seattle’a gitmek istediğimi söylediğinde bana
yalnız mı gideceksin diye sordu, ben de evet dedim. Bir kez daha
soracağını sanmıyorum ama sorarsa ona yalan söylemek istemiyorum. Buna
karşılık komyonetimi evde bırakırsam, konu boşu boşuna yeniden açılacak.
Üstelik sen araba kullandığında ben korkuyorum.”
Gözlerini devirdi. “Benden korkman için bunca neden varken, sen
araba kullanmamı takıyorsun kafaya.” Sıkıntıyla kafasını salladı ama
sonra ciddileşti. “Babana o günü benimle geçireceğini söylemek istemiyor
musun?” Bu soruda anlamadığım bir ima vardı.
“Charlie ne kadar az şey bilirse o kadar iyi.” Bu konuda kararlıydım.
“Peki nereye gideceğiz?”
“Hava güzel olacak, bu nedenle insanların arasında olmak istemiyorum.
İstersen benimle olabilirsin.” Yine seçimi bana bırakıyordu.
“Ve sen de bana güneş konusunda söylediğin şeyi gösterirsin?” dedim
bir sırrı daha açığa kavuşturacak olmanın heyecanıyla.
“Evet,” dedi gülümseyerek. “Ama eğer benimle yalnız kalmak
istemezsen, sana Seattle’a tek başına gitmemeni tavsiye ederim. O
büyüklükte bir şehirde başına gelebilecekleri düşününce ürperiyorum.”
Alınmıştım. “Phoenix, Seattle’den üç kat daha büyük. Hem nüfus hem
de yüzölçümü olarak…”
“Demek ki orada şansın yağver gitmiş. Ben senin yanımda olmanı tercih
ederim.” Gözlerinde yine o karşı konulmaz güç vardı.
Bu gözlere ve bu teklife hayır demem olanaksızdı. “Biliyorsun,
seninle yalnız kalmak beni rahatsız etmiyor.”
“Biliyorum,” dedi düşünceli bir şekilde. “Ama bence yine de Charlie’ye
söylemelisin.”
Afallamıştım. Ama bir an düşündükten sonra kararımı verdim. “Sanırım
şansımı deneyeceğim.”
Derin iç geçirdi.
“Başka şeylerden konuşalım,” dedim.
“Ne konuşmak istiyorsun?” Hâlâ sinirliydi.
Kimsenin bizi duyamayacağından emin olmak için etrafa bakındım. O
sırada Edward’ın kız kardeşi Alice’in bana baktığını gördüm. Diğerleri
de Edward’a bakıyorlardı.Hemen Edward’a dönüp aklıma ilk gelen şeyi
sordum.
“Neden geçen hafta sonu Keçi Kayalıkları’na gittiniz? Charlie ayılar
yüzünden oranın tehlikeli olduğunu söyledi.”
Çok önemli şeyi gözden kaçırıyormuşum gibi gibi bana baktı.
“Ayılar mı?” dedi. Gülümsedi. “Biliyorsun, ayı avlama zamanı
değil,”dedim şaşkınlığımı gizlemek için.
“Dikkat edersen, kanunlar sadece ayıları silahla vurmayı yasaklıyor,”
dedi.
Yüzümdeki heyecan yavaş yavaş kaybolmuştu.
“Ayılar?” diye tekrarladım güçlükle.
“Emmett en çok boz ayı sever.” Sesi uzaktan gelir gibiydi; ama
vereceğim tepkiyi dikkatle izliyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım.
“Hımm,” dedim. Pizzadan bir ısırık alırken başımı öne eğdim.
Ağzımdakilokmayı ağır ağır çiğnedim; sodamı uzun uzun içtim.
“Peki,” dedim sonunda başımı kaldırıp gözlerine bakarak, “sen en çok
hangisini seviyorsun?”
Tek kaşını kaldırıp dudağını büktü. “Dağ aslanı.”
“Ya!” dedim kibar ancak ilgisiz bir tavırla, tekrar sodama uzandım.
“Elbette yanlış avlanarak doğaya zarar vermek istemiyoruz. Yırtıcı
hayvanlarınbol olduğu yerlerde yoğunlaşmaya çalışıyoruz. Burada daha çok
geğik ve ceylan var, aslında fena sayılmazlar ama hiç eğlenceli değil.”
Dalga geçer gibi gülümsedi.
“Öyle mi?” dedim pizzamı bir kez daha ısırırken.
“Emmett ilkbahar başlarında ayı avlamayı seviyor. Kış uykusundan
yeni uyandıkları için daha huysuz oluyorlar.” Edward hatırladığı bir
fıkraya güler gibi güldü.
“Huysuz bir boz ayıdan daha eğlenceli bir şey olamaz,” dedim başımı
sallayarak.
Edward kıs kıs güldü. “Bana gerçekten ne düşündüğünü söyle,
lütfen.”
“Gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum ama olmuyor,” diye itiraf
ettim. “Bir ayıyı silahsız nasıl avlıyorsunuz?”
“Silahlarımız var.” Parlak dişlerini göstererek gülümsedi, tehdit
edici bir gülümsemeydi bu. Ürperdiğimi hissettim. “Avcılık kurallarını
yazarlarken bu pek akıllarına gelmiyor. Televizyonda avına saldırmakta
olan bir ayı gördüysen, Emmett’i de avlanırken hayal edebilirsin.”
Artık titrememe engel olamıyordum. Kafeteryada oturan Emmett’e
baktım, neyse ki o bana bakmıyordu. Kollarındaki güçlü kaslar şimdi çok
daha ürkütücü görünüyordu.
Edward benim nereye baktığımı görünce güldü. Ben de ona baktım;
sinirlerim bozulmuştu.
“Sen de ayı gibi misin?” diye sordum yavaşça.
“Benim daha çok aslana benzediğimi söylüyorlar,” dedi. “Belki de
tercihlerimiz kim olduğumuzu açıklıyordur.”
Gülümsemeye çalıştım. “Belki,” diye tekrarladım. Ama zihnim bir
türlü birleştiremediğim, birbirine zıt görünenlerle doluydu. “Bu benim
bir gün görebileceğim bir şey mi?”
“Kesinlikle hayır!!” Yüzü her zamankinden daha beyaz kesildi; gözleri
öfkeyle parlıyordu. Neye uğradığımı şaşırarak arkama yaslandım; belli
etmesem de onun bu tepkisinden korkmuştum hep. O da kollarını göğsünde
kavuşturup arkasına yaslandı.
“Benim için çok mu korkunç olur?” diye sordum sesimi yeniden kontrol
edebilir hale geldiğimde.
“Mesele bu olsaydı seni bu akşam dışarı çıkarırdım,” dedi öfkeli bir
sesle. “Senin sağlıklı bir doz korkuya ihtiyacın var. Hiçbir şey senin
için bundan daha yararlı olamaz.”
“Peki neden o zaman?” diye üsteledim, yüzündeki ifadeyi görmezden
gelerek.
Bir süre gözlerini dikip bana baktı.
Etrafa baktığımda, kafeteryanın boşalmış oladuğunu görüp şaşırdım.
Edward’ın yanındayken zaman ve yer kavramlarını yitiriyorum. Hemen ayağa
fırladım; sandalyenin arkadasına asmış olduğum çantamı aldım.
“Sonra konuşalım o zaman,” dedim. Bunu asla unutmayacaktım.



Alıntıdır !
Admin
Admin
Kontes
Kontes

Mesaj Sayısı : 157
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 11/07/10
Yaş : 28
Nerden : Yalova

https://twilightserisi-tr.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz