Twilight
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 16. Bölüm (Carlisle)

Aşağa gitmek

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 16. Bölüm (Carlisle)  Empty Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 16. Bölüm (Carlisle)

Mesaj tarafından Admin Çarş. Tem. 14, 2010 6:14 pm

16.CARLISLE

Carlisle’ın ofisi olduğunu söylediği odanın önüne geri döndük. Bir
an odanın kapısının önünde durdu.


“İçeri girin,” diyerek bizi davet etti Carlisle.
Edward kapıyı, daha yüksek tavanlı ve pencereleri batıya bakan bir
odaya açtı. Duvarlar daha koyu renk lambri kaplıydı. Duvarların büyük
bir bölümünü kitap rafları kaplıyordu. Şimdiye kadar kütüphaneler
dışında bu kadar çok rafı bir arada gördüğüm olmamıştı hiç.
Carlisle büyük bir maun masanın arkasında, deri bir sandalyede
oturuyordu. Elindeki kalın kitabın arasına bir ayraç yerleştirdi. Oda
her zaman hayal ettiğim, bir üniversite dekanının odasına benziyordu,
ama Carlisle dekan olmak için fazla genç görünüyordu.
“Sizin için ne yapabilirim?” diye sordu tatlı bir sesle, oturduğu
yerden kalkarak.
“Bella’ya tarihimizden bir şeyler göstermek istiyordum,” dedi
Edward. “Daha doğrusu senin tarihinden.”
“Sizi rahatsız etmek istemezdik,” dedim özür dileyerek.
“Rahatsız etmiyorsunuz. Nereden başlamak istersiniz?”
“Waggoner’dan,” diye cevap verdi Edward elini omzuma koyarak.
Sonra beni içinden geçtiğimiz kapıya doğru çevirdi. Bana en sıradan
dokunuşunda bile yüreğim çarpıyordu. Carlisle yanımızdayken daha da
utanç vericiydi bu.
Şu anda karşımızda duran duvar diğerlerinden farklıydı. Burada
kitap rafları yerine kimi canlı renklerde, kimi siyah beyaz, değişik
boyutlarda bir sürü resim vardı. Bu koleksiyonda ortak bir nokta, bir
tema aradım ama hiçbir şey bulamadım.
Edward beni sol tarafa çekti. Beni sade tahta çerçeveli, küçük,
kare bir yağlı boya resmin önüne getirdi. Bu, büyük ve gösterişli
parçaların yanında biraz sönük kalıyordu. Bu resimde koyu kahve tonları
ağırlıktaydı, üzerinde dik çatılı evlerden oluşan küçük bir şehir ve
serpiştirilmiş birkaç kule vardı. Arka planı geniş bir nehir kaplıyordu,
bu nehrin üzerindeki köprü
küçük katedraller gibi görünen yapılarla çevrelenmişti.
“1650’lerin sonlarındaki Londra,” dedi Edward.
“Gençliğimin Londra’sı,” diye ekledi Carlisle birkaç adım
gerimizden. Birden irkildim, bize yaklaştığını duymamıştım. Edward elimi
sıktı.
“Hikâyeyi anlatır mısın?” dedi Edward. Carlisle’nin tepkisini
görmek için ona döndüm.
Bana bakıp gülümsedi. “Çok isterdim,” dedi. “Ama geç kalıyorum.
Bu sabah hastaneden aradılar, Doktor Snow bugün izinliymiş. Hem sen de
hikâyeleri en az benim kadar iyi biliyorsun,” dedi Edward’a
gülümseyerek.
Çok garip bir durumdu. Kasaba doktorunun günlük, sıradan
sorunları, on yedinci yüzyılın başlarındaki Londra’yla kesişmişti.
Bana dönüp bir kez daha sımsıcak gülümsedi ve odadan çıktı. Uzun
bir süre Carlisle’ın memleketinin resmine baktım.
“O zaman ne olmuş?” diye sordum sonunda Edward’a bakarak. “Yani
ona olanları anladığı zaman?”
Resimlere döndü, ben de ilgisini çeken resme baktım. Solgun
sonbahar renklerinde büyük bir manzara resmiydi. Bir ormanın içinde
gölgeli bir çayırlık ve ilerisinde de dik bir tepe görünüyordu.
“Neye dönüştüğünü anlayınca,” dedi Edward alçak sesle, “buna
isyan etmiş. Kendini yok etmeye çalışmış. Ama bu hiç de kolay değilmiş
elbette.”
“Nasıl?” Bunu yüksek sesle söylemek istememiş, ağzımdan
kaçırmıştım.
“Çok yüksek bir yerden atlamış,” dedi Edward, sesi ifadesizdi.
“Kendini okyanusta boğmaya çalışmış, ama bu yeni hayal için çok genç ve
güçlüymüş. Buna karşı koyabilmesi inanılmaz bir şey… yani beslenmek… bu
kadar yeniyken. Böyle bir durumda bu içgüdü çok daha güçlüdür, her şeyi
alt eder. Ama kendinden o kadar tiksinmiş ki, aç kalarak kendini
öldürmeye çalışmış.”
“Bu mümkün mü?” diye mırıldandım zor duyulur bir sesle.
“Hayır, bizi öldürebilecek çok az yol var.”
Soru sormak için tam ağzımı açıyordum ki o benden önce konuşmaya
başladı.
“Çok acıkmış, sonunda güçsüz düşmüş. İnsanlardan elinden geldiği
kadar uzak durmaya çalışmış, bu sırada iradesinin de giderek
zayıfladığını fark etmiş. Aylarca geceleri sokaklarda dolaşmış,
kendinden nefret ederek tenha yerler aramış.
“Bir gece bir vahşi geyik sürüsü saklandığı yere gelmiş.
Carlisle
o kadar susamış ki, hiç düşünmeden geyiklere saldırmış. Gücü yerine
gelmiş, korktuğu o canavara dönüşmek zorunda olmadığını anlamış. Daha
önce hiç geyik eti yememiş. Birkaç ay sonra bu yeni felsefesini
sağlamlaştırmış. Şeytana dönüşmeden de hayatını sürdürebilmiş. Kendini
yeniden bulmuş.
“Zamanını daha verimli şeylere harcamaya başlamış. Carlisle çok
akıllı ve öğrenmeye açık biridir. Önünde sınırsız bir zaman uzanıyormuş.
Akşam çalışıyor, sabahları plan yapıyormuş. Fransa’ya yüzmüş ve…”
“Fransa’ya mı yüzmüş?”
“İnsanlar Kanal’ı yüzerek geçerdi Bella,” diye hatırlattı bana.
“Sanırım haklısın. Ama bir an bu konunun içinde bana komik
geldi. Devam et.”
“Yüzmek bizim için çok kolay…”
“Sizin için her şey çok kolay,”diye sözünü kestim. Gülümsedi,
yüzünden eğlendiği belli oluyordu. “Bir daha sözünü kesmeyeceğim, söz
veriyorum.” Gizemli bir şekilde güldü ve cümlesini bitirdi. “Çünkü
teknik olarak, bizim nefes almaya ihtiyacımız yok.”
“Yani siz…”
“Hayır, hayır söz verdin,” dedi gülerek, soğuk parmağını
dudaklarıma değdirdi. “Hikâyeyi duymak istiyor musun istemiyor musun?”
“Bana böyle bir şey söyleyip de bunun karşısında susmamı
bekleyemezsin,” dedim parmaklarının arasından.
Elini kaldırdı ve boynuma koydu. Kalp atışlarım hızlandı ama
ısrarlıydım.
“Nefes almak zorunda değil misiniz?” diye sordum.
“Hayır, buna gerek yok. Bu yalnızca alışkanlık,” dedi omuz
silkerek.
“Peki siz… nefes almadan ne kadar zaman dayanabiliyorsunuz?”
“Sanırım sonsuza kadar, bilmiyorum. Koku almadan yaşamak biraz
tuhaf oluyor.”
“Biraz tuhaf oluyor,” diye onu taklit ettim.
Kendi ifademe hiç dikkat etmiyordum, ama bir şeyin canını
sıktığı belliydi. Eli yanına düştü ve hareketsiz durdu, gözleri yüzüme
kilitlenmişti. Sessizlik giderek uzadı. Bir heykel gibi öylece
duruyordu.
“Ne oldu?” diye fısıldadım buz gibi yüzüne dokunarak.
Yüzü elimin altında yumuşadı, derin derin içini çekti.
“Bunu bekliyordum.”
“Neyi?”
“Bir noktada sana söylediğim bir şey ya da senin gördüğün bir
şey sana fazla gelecekti. Sonra benden çığlıklar atarak kaçacaktın.”
Yarım ağızla güldü ama gözleri ciddiydi. “Seni durdurmayacağım. Zaten
bunun olmasını istiyordum çünkü güvende olmanı istiyorum. Ama yine de
seninle birlikte olmak istiyorum. Bu iki arzunun bir arada olması
imkânsız…” Yüzüme baktı ve beklemeye başladı.
“Ben hiçbir yere kaçmıyorum,” dedim.
“Göreceğiz,” dedi gülümseyerek.
Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Devam et, Carlisle Fransa’ya
yüzüyordu.”
Birden durdu ve geçmişe geri döndü. Gözleri en renkli resme
kaydı, bu resim en büyük ve en süslü çerçevesi olan resimdi. Yanında
durduğu kapının iki katıydı. Tuval parlak figürlerle dolup taşıyor,
renkler uzun sütunlardan ve mermer balkonlardan kıvrılarak geçiyordu. Bu
resim Yunan mitolojisini mi temsil ediyordu, yoksa bulutların
üzerindeki karakterler İncil’e mi bir gönderme yapıyordu tam olarak
bilemiyordum.
“Carlisle Fransa’ya yüzdü, oradan Avrupa’ya oradaki
üniversitelere devam etti. Akşamları müzikle, bilimle, tıpla
ilgileniyor, tutkusunu ve kefaretini bunlarda, insanların hayatlarını
kurtarmakta buluyordu.” Yüzünde korkuyla karışık bir hayranlık ifadesi
belirdi. “Sana bu savaşı anlatmam mümkün değil, Carlisle’nin kendini tam
anlamıyla kontrol edebilmesi iki yüz yılını almış. Artık insan kanına
alışkın ve sevdiği işi acı çekmeden rahatlıkla yapabiliyor. Hastanede
huzur buluyor.” Edward uzun uzun boşluğa baktı. Birden amacını
hatırladı. Önümüzde duran büyük tabloya parmağıyla dokundu.
“Diğerlerini keşfettiğinde İtalya’da okuyormuş. Onlar Londra
kanalizasyonunda yaşayanlardan çok daha eğitimli ve medenilermiş.”
En yüksek balkondan aşağılarındaki kargaşaya bakan sakin dörtlü
figüre dokundu. Bu grubu dikkatle inceledim ve şaşkın bir gülüşle altın
rengi saçlı adamı tanıdım.
“Solimena Carlisle’ın arkadaşlarından çok etkilenmiş. Onları
çoğunlukla tanrılar gibi resmetmiş,” dedi Edward gülerek. “Aro, Marcus,
Caius,” dedi üçünü göstererek. İki tanesi siyah saçlı, bir tanesi de kar
gibi beyaz saçlıydı. “Sanatın akşam efendileri.”
“Onlara ne olmuş?” dedim. Parmak ucum tuvaldeki figürlere sadece
birkaç santim uzaklıktaydı.
“Hala oradalar,” dedi omuz silkerek. “Kim bilir kaç bin yıldır
oldukları yerde. Carlisle onlarla kısa bir süre beraber olmuş, yirmi,
otuz yıl kadar. Nezaketlerini, zarafetlerini çok takdir etmiş ama
Carlisle’ın, onların tabiriyle ‘doğal besin kaynağından’ nefretini
tedavi etmeye çalışmışlar. Onu ikna etmeye çalışmışlar, Carlisle da
onları boşuna ikna etmeye çalışmış. Sonra Carlisle Yeni Dünya’yı
denemeye karar vermiş. Kendisi gibi birilerini bulmayı hayal etmiş,
çünkü çok yalnızmış.
“Uzun süre kimseyi bulamamış. Ama canavarlar masalların malzemesi
haline geldiklerinde, ondan şüphelenmeyecek insanlarla, sanki
onlardanmış gibi iletişim içine girebilirmiş. Tıp alanında çalışmaya
başlamış. Ama özlem duyduğu arkadaşlıktan hep kaçmış, samimi olma
riskine giremezmiş.
“Grip salgını başladığında, geceleri Chicago’daki bir hastanede
çalışıyormuş. Birkaç yıldır üzerinde düşündüğü bir fikir varmış, bunu
uygulamaya karar vermiş. Şimdiye kadar bir arkadaş bulamadığına göre,
onu kendi yaratmaya karar vermiş. Kendi değişiminin nasıl olduğu
konusunda kesin bir fikri yokmuş, bu yüzden çekiniyormuş. Kendi
hayatının çalınma biçiminden nefret ediyormuş. Sonra beni bulmuş. Benim
için hiçbir ümit yokmuş, bir koğuşta ölmeyi bekliyormuşum. Annemle
babamı aramış, sonunda yalnız olduğumu öğrenmiş. O da denemeye karar
vermiş…”
Sesi artık neredeyse bir fısıltı gibi çıkıyordu. Boş gözlerle
batıdaki camlara bakıyordu. Aklından neler geçtiğini çok merak
ediyordum. Carlisle’ın anıları mı yoksa kendininkiler mi? Sessizce
bekledim.
Bana döndüğünde zarif bir melek gülümsemesi yüzünü
aydınlatıyordu.
“İşte böylece bir aile olduk,” dedi.
“O zamandan beri Carlisle’la birlikte misin?”
“Aşağı yukarı evet.” Elini belime koydu ve odadan çıkarken beni
de yanında götürdü. Başımı döndürüp duvardaki resimlere baktım; acaba
bir daha bunların hikâyelerini duyabilecek miyim diye merak ettim.
Koridordan geçerken Edward hiçbir şey söylemedi. “Aşağı yukarı
mı?”
İçini çekti, cevap vermeye pek istekli görünmüyordu.
“Doğumumdan, yani yaratılışımdan yaklaşık on yıl sonra klasik bir
ergenlik dönemi yaşadım. Onun, bu kendini her şeyden mahrum bıraktığı
hayatına alışamadım, iştahımı kaçırdığı için nefret ettim. Bu yüzden bir
süre yalnız yaşadım.”
“Gerçekten mi?” dedim. Bu hikâyeyi korkutucu değil ilginç
bulmuştum.
Bana söyleyebilirdi. Diğer basamaklara ulaştığımızı fark ettim
ama açıkçası çevremdeki şeylerle fazla ilgilenmiyordum.
“Bu seni iğrendirmiyor mu?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Sanırım… bu bana mantıklı geliyor.”
Bir kahkaha patlattı, o zamana dek hiç bu kadar yüksek sesle
güldüğünü duymamıştım. Şimdi merdivenlerin başındaydık, başka bir lambri
kaplı koridorun başında.
“Yeni doğumumdan beri insan olsun ya da olmasın, etrafımdaki
herkesin ne düşündüğünü bilmek gibi bir avantajım var. İşte bu yüzden
Carlisle’a başkaldırmam on yılımı aldı, onun içtenliğini, neden öyle
yaşamayı seçtiğini anlayabiliyordum.
“Carlisle’a dönmem ve onun hayat anlayışına tekrar kendimi
adamam yalnızca birkaç yılımı aldı. Beraberinde vicdanı getiren o
bunalımı yaşamayacağımı düşünmüştüm. Avımın düşüncelerini
okuyabildiğimden, masumları atlayıp sadece kötülerin peşinden
gidiyordum. Karanlık bir sokakta genç bir kıza saldıran katili takip
edersem ve kızın hayatını kurtarırsam o zaman kesinlikle çok kötü biri
olmuyordum.”
Tarif ettiği şeyi zihnimde canlandırdığımda tüylerim ürperdi.
Karanlık bir sokak, korkmuş bir kız ve arkasında duran kötü bir adam.
Edward, yani avlanan Edward, genç bir tanrı olarak korkunç, görkemli ve
durdurulamazdı. Acaba o kız Edward’a minnettar mı olmuştu yoksa daha da
mı korkmuştu?
“Zaman geçtikçe gözlerimdeki canavarı görmeye başladım.
Bunları aklayabilsem de, -canına kıydığım insanların borcunu üzerimde
hissediyordum. Ben de Carlisle ve Esme’ye gittim. Bana yine kucak
açtılar. Bu kadarını düşünememiştim.”
Koridordaki son kapının önünde durduk.
“Benim odam,” dedi kapıyı açarak. Beni odaya soktu.
Odası güneye bakıyordu, aşağıdaki odada olduğu gibi odada yere
kadar cam vardı. Evin arkası tamamen cam kaplı olmalıydı. Odanın
manzarası Olympic Dağı’nın eteklerinde akan, Sol Due Nehri’ne bakıyordu.
Dağlar tahmin edebileceğimden çok daha yakındı.
Batıya bakan duvarda baştan aşağıya CD’lerle dolu raflar
vardı. Odası bir müzik marketten daha donanımlıydı. Köşede çok
gösterişli bir ses sistemi vardı, benim dokunmaya cesaret edemeyeceğim
türden bir şeydi, çünkü dokunursam bir yerlerini bozardım mutlaka. Odada
yatak yoktu, sadece geniş ve şık siyah bir koltuk vardı. Yerler altın
rengi kalın bir halıyla duvarlar da koyu renkli ağır kumaşla kaplıydı.
“Akustiği çok iyi?” dedim.
Güldü ve evet der gibi başını salladı.
Bir uzaktan kumada aldı ve müzik setini açtı. Oda sessizdi ama
bir anda sanki grup odada çalışıyormuş gibi jazz müzik duyuldu. İnsanı
şaşkına çeviren müzik koleksiyonuna doğru gittim.
“Bunları neye göre düzenledin?” diye sordum. Başlıklara
baktığımda hiçbir uyum göremedim.
Beni dinlemiyor gibiydi.
“Yıllarına ve elbette kişisel tercihlerime göre,” dedi dalgın
dalgın.
Ona döndüm, yüzünde tuhaf bir ifadeyle bana bakıyordu.
“Ne?”
“Rahatlamamı anlayabiliyorum… Yani her şeyi bilmen ve senden
gizlediğim bir şey olmaması konusunda. Ama bundan daha fazlasını
beklemiyordum. Bu hoşuma gitti. Bu beni mutlu etti,” dedi gülümseyerek.
“Buna sevindim,” dedim onun gülümsemesine karşılık vererek. Bana
bunları anlattığına pişman olmasından şüpheleniyordum. Bunun böyle
olması çok iyiydi.
Beni inceledikten sonra gülümsemesi kayboldu ve alnı karıştı.
“Şimdi buradan koşarak çıkmamı ve çığlık atmamı bekliyorsun değil
mi?” dedim.
Hafifçe gülümseyerek başını salladı.
“Havanı söndürmek istemem ama sen gerçekten düşündüğün gibi
korkunç biri değilsin. Seni hiç korkunç bulmuyorum,” diye yalan
söyledim.
Durdu ve buna inanmıyormuş gibi, küstah bir şekilde kaşlarını
kaldırdı. Kocaman, hain bir gülümseme yüzünü kapladı. “Bunu
söylememeliydin,” dedi gülerek.
Boğazının derinliklerinden homurtuya benzer bir ses çıkarttı,
dudaklarını gererek kusursuz dişlerini ortaya çıkardı. Duruşunu
değiştirdi, şimdi hafif kambur, saldırıya geçmek üzere bekleyen bir
aslan gibiydi.
Gözlerimi ondan ayırmayarak hafifçe geri gittim. “Bunu
yapmayacaksın herhalde.”
Öyle hızlıydı ki, bana doğru atıldığını görmedim. Kendimi bir
anda havada buldum, sonra koltuğa çarptık, koltuk da duvara çarptı.
Bunlar olurken kolları üzerimde demir bir kafes gibi beni korumuştu,
sıkışıp kalmıştım. Doğrulmaya çalışırken soluk soluğaydım.
O soluk soluğa değildi. Beni göğsüne bastırdı, demir
zincirlerden daha sıkı tutuyordu. Panik içinde ona baktım, ama o sakin
görünüyordu. Gülümsediğinde kaskatı çenesi biraz gevşedi, gözleri
eğlenmiş gibi parlıyordu.
“Ne diyordun?” dedi alaylı bir şekilde.
“Senin ne kadar korkunç bir canavar olduğundan bahsediyordum,”
dedim, alaycı konuşmaya çalışmıştım ama sesim titrek çıkıyordu.
“Böyle daha iyi,” dedi beni onaylayarak.
“Hımm,” dedim çırpınarak. “Artık kalkabilir miyim?”
Gülümsedi.
“İçeri girebilir miyiz?” diye seslendi yumuşak bir ses
koridordan.
Kendimi Edward’ın kollarından kurtarmak için çabaladım ama Edward
beni öyle bir hale getirdi ki kucağında oturuyor gibi göründüm. Gelen
Alice’ti, arkasında da Jasper vardı. Yanaklarım utançtan kıpkırmızı
oldu, Edward çok rahat görünüyordu.
“Devam et,” dedi Edward, hala gülüyordu.
Alice sarılmamızda bir gariplik yokmuş gibi davranıyordu, odanın
ortasına doğru dans gibi yürüdü, yere oturdu, hareketleri o kadar
zarifti ki… Jasper ise kapının önünde yüzünde bir şaşkınlık ifadesiyle
durup kalmıştı. Edward’ın yüzüne baktı, havayı koklayıp koklamadığını
merak ettim.
“Sanki sen Bella’yı öğle yemeği için ayırmışsın, biz de bizimle
paylaşıp paylaşmayacağını sormak için gelmiş gibi olduk,” dedi Alice.
Birden kaskatı kesildim. Edward’ın Alice’in söylediklerine mi
yoksa benim verdiğim tepkiye mi güldüğünü anlayamadım.
“Affedersin, sizinle paylaşacak kadar yok,” diye cevap verdi. Bu
sırada beni sımsıkı tutuyordu.
“Aslında,” dedi Jasper gülümseyerek odaya girerken, “Alice; bu
gece korkunç bir fırtına olacağını söylüyor ve Emmett da top oynamak
istiyor. Sen de oynar mısın?”
Kullandığı sözcükler çok sıradandı ama içinde bulunduğu durum
kafamı karıştırıyordu. Alice’in bir hava durumu spikerinden çok daha
güvenilir olduğunu anlamıştım.
Edward’ın gözleri parladı ama yine de tereddüt eder gibiydi.
“Elbette Bella’yı da getirebilirsin,” dedi Alice. Jasper’ın
Alice’e bir bakış attığını fark ettim.
“Gelmek ister misin?” diye sordu Edward heyecanla.
“Tabii.” Böyle bir yüzü nasıl hayal kırıklığına uğratırdım?
“Peki nereye gidiyoruz.”
“Top oynamak için şimşeği beklemek zorundayız, nedenini daha
sonra anlarsın,” dedi.
“Şemsiyeye ihtiyacım olacak mı?”
Üçü de kahkahalarla gülmeye başladılar.
“İhtiyacı olacak mı?” diye sordu Jasper, Alice’e.
“Hayır,” dedi Alice. “Fırtına kasabayı etkileyecek. Orman kuru
kalacak…”
“Peki öyleyse.” Jasper’ın sevinci şaşırtıcıydı. Ben de korkudan
çok heyecan duyuyordum.
“Gidip Carlisle’ın gelip gelmeyeceğine bakalım.” Alice ayaklandı
ve balerinleri bile kıskandıracak bir şekilde kapıya doğru yürüdü.
“Sanki bilmiyorsun,” diye dalga geçti Jasper. Hepsi birlikte
hızla odadan çıktılar. Jasper göze çarpmayacak bir şekilde odanın
kapısını kapattı.
“Ne oynayacağız?” diye sordum.
“Sen izleyeceksin,” dedi Edward. “Beysbol oynayacağız.”
“Vampirler beysbol severler mi?” dedim gözlerimi devirerek.
“Bu Amerikalıların geçmişi,” dedi yarı şaka yarı ciddi.



Alıntıdır !
Admin
Admin
Kontes
Kontes

Mesaj Sayısı : 157
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 11/07/10
Yaş : 28
Nerden : Yalova

https://twilightserisi-tr.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz