Twilight
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 11 Bölüm (Karışıklıklar)

Aşağa gitmek

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 11 Bölüm (Karışıklıklar)  Empty Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 11 Bölüm (Karışıklıklar)

Mesaj tarafından Admin Çarş. Tem. 14, 2010 6:18 pm

11. KARIŞIKLIKLAR

Biz laboratuardaki masamıza doğru yürürken herkes bize bakıyordu. Edward
artık sandalyesini benden olabildiğince uzağa çekmiyordu. Tam tersine,
bana çok yakın, kollarımız neredeyse birbirine değecek şekilde
oturuyordu.
Her zaman dakik olan Bay Banner sınıfa girdi. Üzerinde çok eski ve
ağır görünen bir televizyon videonun bulunduğu uzun, metal, tekerlekli
bir dolabı çekiyordu. Film günüydü, bütün sınıfın keyfi yerine gelmişti.
Bay Banner kaseti videoya yerleştirdi ve ışıkları söndürmek için
duvara doğru yürüdü.
Sınıf karardıktan sonra bir anda Edward’ın bana sadece bir santim
uzakta oturduğunu fark ettim. Vücudumdaki elektrik beni şaşkına çevirdi.
Bu elektriği bundan daha güçlü hissetmem mümkün değildi. Ona dokunmak, o
kusursuz yüzünü okşamak için yanıp tutuşuyordum. Kollarımı kavuşturup
ellerimi yumruk yaptım. Delirmek üzereydim.
Gözlerimi ondan alamıyordum. Onun da benim gibi ellerinin yumruk yapıp
kollarının altına aldığını ve yan gözle bana baktığını görünce masum
masum güldüm. Bana gülümseyerek karşılık verdi. Gözleri karanlıkta bile
alev alevdi. Soluğumun kesildiğini fark edince başımı çevirdim. Neden
başım dönüyordu sanki?
Bu bir saat banan çok uzun geldi. Dikkatimi filme veremedim; hatta
konunun ne olduğunu bile anlayamadım. Vücudumdaki elektrik azalmıyordu.
Arada sırada yan gözle Edward’a bakıyordum ama o da hiç rahat
görünmüyordu. Ona dokunma arzum gittikçe artıyordu, yumruk halindeki
ellerimi parmaklarım acıyana kadar sıktım.
Dersin sonunda Bay Banner ışıkları açınca rahatlayarak derin bir nefes
aldım. Kollarımı açıp parmaklarımı hareket ettirdim. Edward gülüyordu.
“Çok ilginç” diye mırıldandı. Sesi boğuk, gözleri ise ihtiyatlıydı.
“Hımm” Söyleyebileceğim tek şey buydu.
“Gidelim mi?” diye sordu ayağa kalkarken.
Ağlamak üzereydim. Beden eğitimi dersine girecektim. Dikkatle ayağa
kalktım, aramızdaki garip yoğunluk yüzünden dengemi kaybetmekten
korkuyordum.
Bana spor salonuna kadar eşlik ederken hiç konuşmadı. Kapıda durduk;
ona hoşça kal demek için döndüm. Ancak yüzünü görünce neye uğradığımı
şaşırdım. Allak bullak olmuştu, acı çeker gibiydi. Öyle güzeldi ki ona
dokunmak arzum daha da şiddetlendi. Kelimeler boğazımda düğümlendi.
Karasızlık içinde elini kaldırdı, gözlerindeki tereddüdü
görebiliyordum. Parmak uçlarıyla elmacık kemiğime dokundu. Eli buz gibi
soğuktu ama parmağının geçtiği yerler yanıyordu. Yandığımı hissediyordum
ama henüz bunun acısını hissetmiyordum.
Hiç bir şey söylemeden arkasını döndü ve hızla uzaklaştı.
Sersemleşmiş bir halde spor salonuna gittim. Soyunma odasına girdim.
Dalgın dalgın üzerimi değiştirdim, etrafımdaki insanların farkında bile
değildim. Biri elime raket tutuşturuncaya kadar bilincim bile yerinde
değildi neredeyse. Raket ağır değildi ama elimde çok garip duruyordu.
Birkaç oğlanın bana kuşku dolu gözlerle baktığını görebiliyordum.
Koç Clapp çiftlere ayrılmamızı söyledi.
Neyse ki Mike nazik bir çocuktu; yanıma geldi.”Eşim olmak ister misin?”
“Teşekkürler Mike. Biliyorsun, bunu yapmak zorunda değilsin,” dedim,
özür diler gibi bir ifadeyle.
“Merak etme, yolundan çekilirim” dedi gülümseyerek.
Bazen Mike’ı sevmek ne kolaydı.
Ama her şey kötü gitti. :Nasıl yaptıysam, raketle hem kendi kafama hem
de Mike’ın omzuna vurdum! Dersin kalanına tenis kortunun gerisinde
raketi arkama saklayarak geçirdim. Onu yaralamış olmama karşın Mike
gayet iyiydi. Tek koluyla oynadığı halde dört maçtan üçünü kazandı.
“EE?”dedi Mike korttan çıkarken.
“Efendim”
“Sen ve Cullen?”
Ona olan sevgim bir anda kayboldu.
“Bu seni ilgilendirmez Mike,” dedim. İçimden Jessice’ya küfür ediyordum.
“Bu hiç hoşuma gitmiyor,” diye mırıldandı.
“,hiç hoşuna gitmesine de gerek yok,” dedim.
“Sana yiyecekmiş gibi bakıyor,” dedi beni duymazdan gelerek.
Bağırmak isterken, kahkaha attım! Bana ters ters baktı.
Ona el sallayarak soyunma odasına gittim.
Aceleyle üstümü değiştirdim, midemde kelebeklerden de hızlı bir şey
uçuşuyordu. Mike’la kavgamızı unutmuştum bile. Acaba Edward beni
bekliyor muydu? Belki de arabasının yanına gitmeliyim. Ya kardeşleri de
oradaysa? Birden korktuğumu hissetim. Benim biliyorlar mıydı?
Benim bildiğim bildiklerini bilmem gerekiyor muydu?
Spor Salonundan çıktığımda park yerine uğramadan eve yürümeye karar
verdim. Ama boşuna endişelenmiştim. Edward spor salonunun önünde beni
bekliyordu, güzel yüzünde sakin bir ifade vardı. Ona doğru yürürken
bende kendimi rahatlamış hissetim.
“Merhaba” dedim gülümseyerek.
“Merhaba” Gülüşü muhteşemdi.” Beden eğitimi dersi nasıldı”
Suratımı ekşittim.”Fena değildi.”
“Ciddi misin?” İkna olmamış gibiydi. Gözlerini kısarak omzumun üstünden
arkaya baktı. Dönüp bakınca Mike’ın sırtını gördüm.
“Ne oldu?”
Yüzüme baktı. “Newton sinirlerimi bozuyor”
“Sen yine mi bizi dinledin?”
Dehşet içindeydim. Bütün keyfim kaçmıştı.
“Başın nasıl?” diye sordu
“Sana inanmıyorum!” Arkamı döndüm. Oradan gitmeye hiç niyetim olmadığı
halde park yerine doğru yürümeye başladım.
Hemen yetişti bana.
“Seni beden eğitimi dersinde görmediğimi söylemiştin. Bende merak
ettim”. Bundan hiç pişman değildi, ben de onu duymazlıktan geldim.
Hiç konuşmadan arabasına doğru yürüdük, kendimi rahatsız hissediyordum.
Birkaç adım sonra durdum. Birkaç oğlan Rosalie’nin kırmızı spor
arabasının başında toplanmışlar, kıskanç gözlerle arabaya bakıyorlardı,
Edward arabasının kapısını açmak için aralarından geçerken dönüp ona
bakmadılar. Ben de kimseye fark ettirmeden arabaya bindim.
“Araba fazla dikkat çekici” diye söylendi.
“Ne marka” diye sordum.
“M3.”
“Arabalardan pek anlamam ben.”
“BMW” Dikkatini yola verdi. Arabanın etrafındakilere çarpmadan geri geri
gitmeye çalışıyordu.
Başımı salladım. Bu modeli duymuştum.
“Hala öfkeli misin?” diye sordu dikkatle park yerinden çıkarken.
“Kesinlikle”
İçini çekti.” Özür dilersem beni affeder misin?”
“Belki… Bunu hissederek söylersen ve bir daha yapmayacağına söz
verirsen.”
Gözleri ışıldadı.”Peki ya hissederek söylersem ve cumartesi günü arabayı
senin kullanmana izin verirsem?”
Bir an düşündüm ve bunun iyi bir teklif olduğuna karar
verdim.”Anlaştık.”
“seni üzdüğüm için özür dilerim.” Gözlerindeki içtenlik kalbimin hızla
çarpmasına neden oldu. Sonra yine neşeli tavrına büründü.” O zaman
cumartesi günü sabah erkenden kapında biterim.”
“Evet, ama yolda kimliği belirsiz bir Volvo görürse Charlie’ye yine
açıklama yapmak zorunda kalabilirim.”
“Arabayla gelmeyi düşünmüyorum”
“Peki nasıl…”
Sözümü kesti. “Merak etme. Orada olacağım ve arabayla gelmeyeceğim.”
Bunu uzatmamaya karar verdim. Daha önemli bir sorum vardı.
“Sonra konuşuruz demiştin ya? :Vakti geldi mi?”
Kaşlarını çattı.”Geldi sanırım”
Kibar bir şekilde beklemeye çalıştım.
Arabayı durdurdu. Başımı kaldırınca şaşırdım. Charlie’nin evine gelmiş
ve kamyonetin arkasında durmuştuk.
“Hala senin beni avlanırken görmeni neden istemediğimi merak ediyor
musun?” Ciddi görünüyordu ama gözlerinde farklı bir pırıltı vardı.
“Ben daha çok senin tepkini merak ediyordum,” dedim.
“Seni korkuttum mu?”
Evet, kesinlikle dalga geçiyordu.”Hayır” diye yalan söyledim. O da
inanmadı.
“Seni korkuttuğum için özür dilerim” Gülümsedi. Yüzünde artık dalga
geçmediğini gösteren bir ifade belirdi. “ Biz avlanırken seni orada
düşünmek…” Dişlerini sıktı.
“Çok mu kötü olur?”
“Çok” diye fısıldadı dişlerinin arasından
“ Neden?”
Derin bir nefes alıp gökyüzündeki kocaman bulutlara baktı.
Gönülsüzce konuşmaya başladı.” Biz avlanırken duygularımıza teslim
oluruz. Aklımızla hareket etmeyiz. Özellikle koklama duyusu… Kontrolümü
kaybettiğimde yakınımda olursan…” Başını salladı, hala gökyüzüne
bakıyordu.
Hemen tepkimi ölçeceğini bildiğim için yüz ifademi kontrol etmeye
çalışıyordum. Neyse ki yüzümden hiçbir şey anlaşılmıyordu.
Göz göze geldik ve süre sessiz kaldık. Onun gözlerime bakarken öğlenden
sonra hissettiğim elektriklenmeyi hissetim. Başım dönmeye başladığında
yine nefesimin kesildiğini anladım. Sonunda derin bir nefes aldığımda
gözlerini kapattı.
“Bella içeri girsen iyi olacak” dedi sert bir sesle. Gözleri hala
bulutlardaydı.
Kapıyı açtım, buz gibi kendime gelmemi sağladı. Sendelemekten korktuğum
için dikkatle arabadan indim ve arkama bakmadan kapıyı kapattım.
Otomatik açıldığını duyunca arkamı döndüm.
“Bella?” diye seslendi. Yüzünde çarpık gülümsemesiyle pencereye
uzanmıştı.
“Efendim?”
“Yarın sıra bende,” dedi.
“Ne sırası?”
Bu kes parlak dişlerini göstererek gülümsedi. “Soru sorma sırası.”
Ben aklımı başıma toplayamadan, o köşeyi dönmüştü bile.
Eve doğru yürürken gülümsüyordum. Hiç değilse ertesi gün beni görmek
istediğini anlamıştım.
O gece Edward yine rüyalarıma girdi. Ama bu kez hissettiklerim
farklıydı. Öğlenden sonra hissettiğim o elektriği hatırlayıp titredim,
Huzursuzca yatağımda dönüp durdum. Ancak gün ışımaya başladığında derin
bir uykuya dalabildim.
Uyandığımda hala yorgun ve huzursuzdum. İncecik elbiselerin ve şortların
hayalini kurarak kahverengi boğazlı kazağımı ve dar kotumu giydim.
Kahvaltıda yine sessizdik. Charlie kendine sahanda yumurta yapmıştı;
bende bir kâse mısır gevreği yedim. Onun Cumartesi planlarımı unutup
unutmadığını merak ettim. Tabağını lavaboya götürürken aklımdan geçeni
okumuş gibi sorumu cevapladı.
“Bu cumartesi…” diye söze başladı.
“Evet baba?”
“Hala Seattle’a gitmeyi düşünüyor musun?”
“Düşünüyorum,”dedim gülümseyerek. Fazla soru sormayacağını ve ona yalan
söylemek kalmayacağımı umdum.
Tabağına biraz bulaşık deterjanı sıktı ve süngerle ovdu.
“Dansa yetişmeyecek misin?”
“Ben dansa gitmiyorum baba.”
“Kimse seni dansa davet etmedi mi?” Gözlerini yıkadığı tabaktan
ayırmayarak endişesini gizlemeye çalıştı.
Tehlike sulara girmemek için, “Kızlar erkekleri davet ediyor” dedim.
“Ya.” Kaşlarını çattı.
Onu anlıyordum. Babalık zor olmalıydı; her an kızının bir oğlana âşık
olacağı korkusuyla yaşamak, karşına böyle biri çıkmadığında da onun için
endişelenmek. Charlie’nin benim hoşlandığım kişinin gerçek yüzünü
öğrenmesi ne korkunç olurdu!
Charlie benimle vedalaşıp evden çıktı, bende dişlerimi fırçalayıp almak
için üst kata çıktım. Polis arabasının uzaklaştığını duyunca,
dayanamayıp cama koştum. Gümüş rengi araba gelmişti. Merdivenlerden inip
Kapıya koştum. Bu garip döngünün ne kadar daha devam edeceğini merak
ediyordum. Bunu bitmesini hiç istemiyordum.
Arabaya yürüdüm, kapıyı açıp binmeden önce utanarak duraksadım.
Gülümsüyordu, Çok rahat ve her zaman ki gibi kusursuz görünüyordu.
“Günaydın.” Sesi ipek gibiydi.”Bugün nasılsın?”Yüzüme dikkatle baktı.
Bunu sanki nezaket olsun diye değil, önemli bir şey gibi sormuştu.
“İyiyim, teşekkür ederim” Ben her zaman iyiydim. Hatta onun yanındayken
daha da iyiydim.
Gözleri gözlerimin altındaki mor halkalara takıldı.”Yorgun
görünüyorsun.”
“Uyuyamadım,”diye itiraf ettim. Saçlarımla yüzümü kapatmaya çalıştım.
“Ben de uyuyamadım.”diye dalga geçti motoru çalıştırırken.
Güldüm. “Dün gece ne yaptın?” diye sordum.
“Şansını zorlama. Bugün soru sorma sırası bende,” dedi kıkırdayarak.
“Haklısın, unutmuşum. Ne öğrenmek istiyorsun?” Benim hakkımda neyi merak
edebilirdi ki?
“En sevdiğin ren ne?” diye sordu yüzünde ciddi bir ifadeyle.
“Her gün değişiyor.”
“Öyleyse bugün en sevdiğin renk ne?” Hala ciddiydi.
“Sanırım kahverengi.” Genellikle o gün kendimi nasıl hissediyorsam öyle
giyinirdim.
“Kahverengi mi?” diye sordu buna inanamazmış gibi.
“Evet. Kahverengi sıcak bir renktir ve ben kahverengi görmeyi çok
özledim. Burada kahverengi olması gereken her şey, ağaç gövdeleri,
kayalar, çamur yeşil!” diye homurdandım.
Söylediklerimden etkilenmiş gibiydi. Gözlerimin içine bakarak düşündü.
“Haklısın,”dedi. “Kahverengi sıcaktır.” Tereddüt ederek uzanıp saçlarımı
geriye attı.
Çok geçmeden okula varmıştık. Arabayı park etmek için bana arkasını
döndü.
“Şu anda CD çalarında hangi CD var?” diye sordu. Bunu sorarken o kadar
ciddiydi ki sanki birini öldürdüğümü itiraf etmemi istiyordu.
Phil’in verdiği CD’yi hala çıkarmadığımı fark ettim. Grubun adını
söylediğimde yüzünde çarpık bir gülümseme ve gözlerinde garip bir ifade
belirdi. Arabadaki CD çaların altındaki çekmeceyi açtı ve daracık yerde
üst üste dizilmiş otuz kadar CD’nin içinden bir CD alıp bana verdi.
“Debussy’ye ne dersin?”dedi tek kaşını kaldırarak.
Bu aynı CD’ydı. Kapağını inceledim.
Bütün gün böyle geçti. Edward, benimle İngilizce sınıfına doğru
yürürken, İspanyolca dersinden sonra buluştuğumuzda öğle yemeğinde
hayatımın bütün gereksiz detaylarıyla ilgili sorular sordu. En sevdiğim
ve nefret ettiğim filmler, gittiğim ve gitmek istediğim yerler,
kitaplar…
En son ne zaman bu kadar çok konuştuğumu hatırlamıyordum. Hep
kendimden konuşarak onun canını sıkıyormuşum gibi geldi bana. Ama
sorularının ardı arkası kesilmediği için ve ilgiyle dinlediği için devam
ettim. Çoğunlukla kolay sorular sordu, sadece bir iki tanesinden yüzüm
kızardı. Bunu fark edince, bu konularda daha çok soru sordu.
En sevdiğim derli taşı sorduğunda hiç düşünmeden kehribar cevabını
verdim. Soruları o kadar hızlı soruyordu ki, kendimi insanın aklına
gelen ilk cevabı verdiği psikiyatrik gibi birinde hissetmeye başladım.
Kızararak kendimi ele veriyordum. Yüzüm kızarmıştı, çünkü yakın zamana
kadar en sevdiğim taş lal idi. Ama insanın onun kehribar gözlerine bakıp
da fikrini değiştirmemesi mümkün değildi.
Ama elbette oda benim neden utandığımı mutlaka öğrenmek istiyordu.
“Hadi söyle,” diye üsteledi. Bunu ancak onun gözlerine bakmadan
yapabilirdim.
“Çünkü gözlerin kehribar rengi,”içimi çekerek. Pes etmiştim. Saçımla
oynayarak yere bakıyordum.”Herhalde iki hafta içinde bu soruyu tekrar
sorarsan sanan akik derim.” Ne yazık ki dürüstlüğüm yüzünden söylemem
gerekenden fazlasını söylemiştim. Ne zaman ona kendisiyle ne kadar
ilgilendiğimi söylesem tuhaf bir şekilde kızıyordu, ben de bundan
korkuyordum. Ama sessizliği uzun sürmedi.
“Ne tür çiçekleri seversin?” diye devam etti. Psikanalize devam
ettiğimize sevinmiştim.
Biyoloji dersi yine çok zor geçti. Edward Bay Banner sınıfa girene
kadar sorularına devam etti. Bay Banner yine televizyonu ve videoyu
getirmişti. Öğretmen ışığın düğmesine uzandığında Edward iskemlesini
benden uzaklaştırdığını fark ettim. Ama bunu bir yararı olmadı. Işıklar
söner sönmez yine aynı dokunma duygusu ve elektriklenmeyi hissetim.
Parmaklarımla sırayı sımsıkı kavrayarak bu aptalca isteğime karşı
koymaya çalıştım.
Bana baktığından korktuğum için ona bakmadım. Bakarsam, kendimi kontrol
etmem daha zor olacaktı. Bütün iyi niyetli filmi izlemeye çalışıyordum
ama dersin sonunda izlediklerim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bay Banner
ışıkları yaktığında rahatladım, sonunda Edward’a baktım; o da yüzünde
kararsız bir ifadeyle bana bakıyordu.
Sessizce ayağa kalkıp beni bekledi. Yine sessizlik içinde spor
salonuna yürüdük. O yine hiç bir şey söylemeden şakaklarımdan çeneme
kadara bütün yüzüme dokundu; soğuk elinin tersiyle yapmıştı bunu, sonra
da arkasına dönüp gitti.
Mike’ın tek kişilik badminton oyununu izlerken beden eğitimi dersi
çabuk geçti. Mike bütün gün benimle ne konuşmuş ne de selamıma karşılık
vermişti. Belki de önceki gün tartışmamızdan dolayı bana hala kızgındı.
Aslında bu beni rahatsız ediyordu ama şu anda bununla ilgilenmem mümkün
değildi.
Aceleyle üstümü değiştirdim. Ne kadara çabuk olursam Edward’la o kadar
çok zaman geçireceğimi biliyordum. Bu baskı beni daha çok sakar hale
getirmişti; ama sonunda kapıdan çıkmayı başardım. Edward’ı aynı yerde
görünce yine aynı rahatlamayı hissederek gülümsedim. Beni sorguya
çekemeye başlamadan önce o da gülümsedi.
Bu kes soruları daha farklıydı ve bunlara cevap vermek hiçte kolay
değildi. Evimde neyi özlediğimi tüm ayrıntılarıyla öğrenmek istiyordu.
Charlie’nin evinin önünde saatlerce oturduk. Hava karamış ve birden
bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başlamıştı.
Ona Phoenix’in bütün doğal güzelliklerini anlattım. İşin en zor kısmı,
bunları neden özlediğimi anlatmaktı. En sonunda odamdan söz ettim.
“Bitti mi?” diye sordum.
“Daha çok zorum var ama baban birazdan gelir.”
“Charlie” onu tamamen unutmuştum. Gökyüzü yağmur yüzünden tamamen
karanlık olduğu için hiçbir şey belli olmuyordu. Saatin kaç olduğunu
anlamak mümkün değildi. Saatime baktım ve çok şaşırdım. Charlie eve
yaklaşmış olmalıydı.
“Alacakaranlık” diye mırıldandı Edward bulutlarla kaplı ufka bakarken.
Birden dalmıştı, aklı başka yerlerde gibiydi.
Bende ona baktım.
Sonunda gözlerini bana çevirdi.
“Bizim için günün en güvenli saati,” dedi gözlerimdeki soruya cevap
verir gibi.”En kolay saatler. Ama aynı zamanda en hüzünlü. Bir günün
sonu, gecenin başlangıcı. Karanlığı tahmin etmek ne kadar kolay değil
mi?”Düşünceli gözlerle gülümsedi.
“Ben geceyi severim. Hem karanlık olmasa yıldızları göremeyiz.”Kaşlarımı
çattım.” Ben burada pek yıldız göremiyorum.”
Gülümsedi. Hava bir anda yumuşamıştı.
“Charlie birazdan gelir, tabi ona cumartesi gününü benimle geçireceğini
söylemek istiyorsan…”
“Teşekkürler ama hayır.” Kitaplarımı aldım. Saatlerdir oturduğum için
bacaklarımın uyuştuğunu fark ettim. “Öyleyse sıra bende yarın değil mi?”
“Kesinlikle hayır!” dedi muzip bir ifadeyle. “Sana sorularımın
bitmediğini söyledim.”
“Başka ne soracaksın”
“Yarın öğrenirsin.”Kapıyı açmak için uzandı, bu ani hareketi karşında az
kalsın kalbim duracaktı.
Eli kapının kolunda donup kaldı.
“Bu hiç iyi değil” diye mırıldandı.
“İyi olmayan ne?” dişlerini sıktığını görünce şaşırdım.
Yüzünü ekşitti “İşte bir sorun daha.”
Kapıyı açtı ve adeta korkar gibi benden uzaklaştı.
Koyu renkli bir arabanın bizden biraz uzakta olduğun gördüm.
“Charlie geldi,” diye uyardı beni Edward.
Kafamı kurcalayan bütün sorulara ve merakıma karşın hemen arabadan
indim. Yağmur iyice şiddetlenmişti. Ceketim ıslanıyordu.
Arkamı dönüp baktım. Edward’ın gözlerinde hala öfkeyle karışık tuhaf bir
ifade vardı.
Sonra motoru çalıştırdı. Lastikler gıcırdadı. Volvo birkaç saniye içinde
gözden kayboldu.
“ Selam Bella” seslendi biri. Tanıdık bir sesti bu.
“Jacop?” dedim gözlerimi kısıp bakmaya çalışarak. Ardından Charlie’nin
arabası göründü ve farlarıyla Jacob’un arabasını aydınlattı.
Jacob arabadan inmişti bile. Yüzündeki geniş gülümseme karanlıkta bile
belli oluyordu. Ön koltukta bir görenin bir daha asla unutmayacağı bit
yüze sahip, yanakları sarkmış, kızıl kahve yüzü kırışıklarla dolu, ,r,
yarı, yaşlı bir adam vardı. Gözleri çok tanıdıktı; hem çok genç hem de
çok yaşlı gözlerdi bunlar. Jacob’un babası Billy Black ‘ti bu.
Görüşmeyeli beş yıl olmuştu ama onu hemen tanıdım. Dikkatle bana
bakıyordu; ben de ona gülümsedim. Gözleri sanki dehşetle büyümüş gibi
iriydi; burun delikleri inip kalkıyordu.
Birden gülümsemem yüzümde dondu.
İşte bir sorun daha, demişti Edward.
Billy bana hala meraklı ve endişeli gözlerle bakıyordu.
İçimden söyleniyordum. Billy, Edward’ı bu kadar çabuk tanımış olabilir
miydi? Oğlunun uydurduğu saçma efsanelere inanıyor olabilir miydi?
Bu sorunun cevabını Billy’nin gözlerinde okunuyordu.
Evet. Evet Olabilirdi!



Alıntıdır !
Admin
Admin
Kontes
Kontes

Mesaj Sayısı : 157
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 11/07/10
Yaş : 28
Nerden : Yalova

https://twilightserisi-tr.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz