Twilight
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 22. Bölüm (Saklambaç)

Aşağa gitmek

Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 22. Bölüm (Saklambaç)  Empty Twilight - Alacakaranlık Türkçe Çeviri 22. Bölüm (Saklambaç)

Mesaj tarafından Admin Çarş. Tem. 14, 2010 5:59 pm

Yaşadığım her şey; bu korku, çaresizlik, kalbimin deli gibi atması,
düşündüğümden çok daha az zaman almıştı. Zaman geçmek bilmiyordu.
Alice'e döndüğümde Jasper hâlâ gelmemişti. Alice'le aynı odada olmaktan
korkuyordum; olanları tahmin edebileceğinden ve aynı sebepten dolayı
ondan da saklanmak zorunda kalmaktan korkuyordum.
Aklım karışmıştı iyice ve bu karmaşada şaşırabileceğimi düşünmezdim
ama Alice'i elleriyle masanın kenarına tutunmuş görünce geçekten
şaşırdım.
"Alice?"
Adını söylediğimde tepki vermedi ama başını iki yana sallıyordu;
yüzünü gördüm. Gözleri bomboş bakıyordu; sersemlemişti... Aklım
annemdeydi, geç kalmamış olmayı diliyordum.
Hemen yanına gittim ve içgüdüsel olarak eline dokundum.
"Alice!" dedi Jasper. Tam arkasındaydı, ellerini masadan kurtarmaya
çalışıyordu. Odanın diğer yanından kapı yavaşça kapandı.
"Bu neydi?" diye sordu Jasper.
Alice başını çevirdi ve Jasper'ın göğsüne yasladı. "Bella," dedi.
"Ben buradayım," diye cevap verdim.
Başını bana doğru çevirdi, gözleri gözlerime kilitlenmişti, hâlâ boş
bir ifadeyle bakıyordu. Bir anda benimle konuşmadığını, Jasper'ın
sorusuna cevap verdiğini anladım.
"Ne gördün?" diye sordum. Bu ilgisiz ve dümdüz sesimde soru ifades
yoktu.
Jasper sert bir şekilde bana baktı. İfademi değiştirmeden bekledim.
Jasper bir Alice'e bir bana bakıyordu. Aklı karışmış gibi görünüyordu,
kargaşayı hissetmişti...
Rahattım ve duygularımı kontrol altında tutmaya çalıştım.
Alice de bu sırada kendine geldi.
"Hiçbir şey," dedi sonunda, sesi çok sakin ve inandırıcıydı. "Daha
önce gördüğüm odanın aynısı."
Sonra bana baktı, yüz ifadesi yumuşacıktı. "Kahvaltı ister misin?"
"Hayır, havaalanında yerim." Ben de çok sakindim. Duş almak için
banyoya gittim. Sanki Jasper'ın yeteneğini ödünç almıştım. Alice,
Jasper'la yanlız kalmak istiyordu, belliydi ve ben bu yoğun isteği fark
etmiştim. Böylelikle Alice ona bir şeyleri yanlış yaptıklarını ve
başarılı olamayacaklarını anlatabilecekti...
Tüm detayları düşünerek hazırlandım. Saçlarımı açtım. Jasper'ın
üzerimde yarattığı olumlu tavır daha net düşünmeme yardımcı olmuştu.
Tabii plan yapmama da faydası oldu bu durumun. İçinde para olan çorabımı
bulmak için çantamı aradım ve çoraptaki paraları cüzdanıma koydum.
Havaalanına gitmek konusunda endişeliydim ama yedide otelden
ayrıldığımıza memnun oldum. Bu sefer koyu renk arabanın arka tarafına
tek başıma oturdum. Alice sırtını kapıya yaslamış, yüzü Jasper'a dönüktü
ama güneş gözlüklerinin arkasından her saniye bana rahatlatıcı bakışlar
atıyordu.
"Alice?" dedim ilgisiz bir şekilde. Tetikteydi. "Evet?"
"Bu nasıl oluyor? Yani gördüğün şeyler ne?" Camdan dışarıya baktım,
sıkılmışım gibi konuştum nedense. "Edward bunu belirli birşey olmadığını
söyledi... Olayların değişebileceğini..." Onun adını söylemek
düşündüğümden daha zor olmuştu. Jasper'ı da alarma geçiren bu olmuş
olmalı ki arabada sessizlik hakimdi.
"Evet, bazı şeyler değişir..." diye mırıldandı. İçinden umarım, demiş
olmalıydı. "Bazı şeyler kesindir, örneğin havanın durumu. Ama insanlar
daha zordur. Ben sadece onları birşeyin peşindeyken görürüm. Fikirlerini
değiştirdiklerinde, ne kadar küçük olursa olsun, yeni bir karar
verdiklerinde bütün gelecek değişir."
Düşüncelii bir şekilde kafamı salladım. "Yani sen James'i buraya
gelmeye karar vermeden önce Phoenix'te görmedin." "Evet," dedi, hâlâ
tedirgindi.
Ben James'le buluşmaya karar vermeden önce beni de aynalı odada
görmemişti. Görmüş olduğu şeyler üzerine düşünmek istemiyordum. Beni
şimdi Alice'in gördüğü imgelerden sonra daha da dikkatli izleyeceklerdi.
Havaalanına geldik. Şans benden yanaydı ya da sadece hoş bir
tesadüftü. Edward'ın uçağı 4. terminale iniyordu, birçok uçağın indiği
en büyük terminaldi burası. Uçağını oraya inmesi şaşırtıcı değildi tabii
ki ama burası benim ihtiyacım olan yerdi; en büyük, en karışık. Üçüncü
katta tek bir kapı vardı ve bu kapı tek şansımdı.
Kocaman park yerinin dördüncü katına arabayı bıraktık. Önden önden
yürüyordum; çünkü yolu en iyi bilen bendim. Yolcuların bavullarını
bıraktığı üçüncü kata inmek için asansöre bindik. Alice ve Jasper inen
uçaklara bakmak için uzun zaman harcadılar. New York, Atlanta, ve
Chicago'nun olumlu ve olumsuz yönlerini konuştuklarını duyuyordum.
Bunlar benim hiç görmediğim ve asla göremeyeceğim yerlerdi.
Sabırsızlanmıştım ve bir fırsat yakalamaya çalışıyordum; bu sırada
ayağımı yere vurmaktan kendimi alamıyordum. Güvenlik noktasındaki
bekleme koltuklarına oturduk. Jasper ve Alice insanları seyrediyor gibi
yapıyor, ama aslında beni izliyorlardı. Kıpırdadıkça gözlerinin ucuyla
beni takip ediyorlardı. Durum ümitsizdi. Acaba koşmalı mıydım? Bu
kalabalığın ortasında beni durdurmaya cesaret edebilirler miydi?
Üzerinde isim olmayan zarfı cebimden çıkardım ve Alice'in siyah deri
çantasının üzerine koydum. Bana baktı.
"Mektubum," dedim. Başını salladı ve zarfın kapağını yerine
yerleştirdi. Edward yakında öğrenecekti.
Dakikalar geçiyordu, Edward'ın gelmesine az kalmıştı. Vücudumdaki her
hücrenin onun geleceğinden haberdar olması ve özlemle onu beklemesi ne
kadar da inanılmazdı. Bu işleri daha da zorlaştırıyordu. Burada kalmak,
önce onu görüp ondan sonra kaçmak için bahaneler aramaya başlamıştım.
Ama kaçmak istiyorsam bunu yapmam olanaksızdı.
Birkaç kere Alice birlikte kahvaltı almamızı önerdi. Daha sonra
alırız, diye onayladım.
Arka arkaya gelmekte olan uçakların gelişlerini gösteren levhaya
bakıyordum. Seattle uçağı kısa sürede burada olacaktı.
Kaçmak için otuz dakikam varken birden numaralar değişti. Uçak on
dakika erken gelecekti. Hiç zamanım kalmamıştı.
"Kahvaltı edeyim," dedim hemen.
"Ben seninle gelirim," dedi Alice ayağa kalkarak.
"Sen kal, Jasper gelsin sakıncası yoksa?" diye sordum. "Kendimi biraz
şey hissediyorum..." Cümlemi bitirmemiştim ama gözlerimden ne demek
istediğim anlaşılıyordu.
Jasper ayağa kalktı. Alice'in aklı karışmıştı ama neyse ki
şüphelenmemişti. Aklının karışıklığını benim yapacağım ihanete değil de
takipçinin fikir değiştirmesine yoruyor olmalıydı.
Jasper yanımda sessizce yürüyordu.ve bir eli belimdeydi. Sanki beni
yönlendiriyormuş gibiydi. İlk gördüğümüz kafe ile ilgilenmiyormuş gibi
yaptım, gerçekten yemek istediğim şeyi arıyor gibiydim. İşte oradaydı,
tam köşeyi dönünce, Alice'in göremeyeceği bir yerde; üçüncü kat bayanlar
tuvaleti.
"İzninle," dedim Jasper'a önünden geçerken. "Hemen gelirim."
Kapı arkamdan kapanır kapanmaz koşmaya başladım. Bu tuvalette
kaybolduğumu hatırlıyordum; çünkü iki çıkışı vardı.
Uzak olan kapının ardında asansöre giden kısa bir yol vardı ve eğe
Jasper söylediği yerde durmuşsa onun görüş mesafesi dışında bir yerde
olacaktım. Koşarken arkama bakmadım. Bu benim tek şansımdı, beni görse
bile koşmaya devam etmeliydim. İnsanlar bana bakıyordu ama ben onları
görmezden geldim. Köşeyi dönünce beni asansörler bekliyordu. Aşağıya
inen, kalabalık ve kapısı kapanmakta olan asansörü elimi uzatarak
durdurdum ve içeri atladım. Rahatsız olmuş yolcuların yanına sıkıştım ve
birinci katın düğmesine basılıp basılmadığını kontrol ettim. O katın
ışığı yanıyordu ve kapı da kapanmıştı.
Kapı açılır açılmaz arkamda söylenen bir sürü insan bırakarak koşmaya
devam ettim. Bagajları getiren döner aletin yanındaki güvenlik
görevlilerinin yanından geçerken biraz yavaşladım, ama çıkış kapısını
gördüğümde tekrar koşmaya başladım. Jasper'ın henüz beni aramaya
başlayıp başlamadığını bilmeme imkan yoktu. Eğer kokumu takip ediyorsa
sadece birkaç saniyem vardı.
Otomatik kapılardan kendimi dışarı attım, yavaş yavaş açılan cam
kapılara neredeyse çarpıyordum. Bu kalabalığın içinde bir tane bile
taksi görünmüyordu.
Hiç zamanım yoktu; Alice ve Jasper kaçtığımı farketmek üzerelerdi ve
fark ettiklerinde bir çırpıda beni bulurlardı.
Birkaç adım ötemde Hyatt Oteli'ne giden bir otobüs kapılarını
kapatmak üzereydi.
"Bekle!" diye bağırdım, hem koşuyor, hem de şoföre el sallıyordum.
"Bu otobüs Hyatt'a gidiyor," dedi sürücü şüpheyle kapıyı açarken.
"Evet, biliyorum," dedim soluk soluğa. "Ben de oraya gidecektim."
Merdivenlerden koşarak çıktım.
Bagajsız durumuma soran gözlerle baktı ama sonra umursamamış olacak
ki bir şey söylemedi.
Koltukların çoğu boştu. Diğer yolculardan mümkün olduğunca uzak bir
yere oturdum. Önce kaldırıma, oradan da havalimanına doğru baktım.
Edward'ı kaldırımın kenarında, izimi kaybettirdiğim son noktada, öylece
dururken düşünmeden edemiyordum. Kendi kendime ağlamamam gerektiğini
telkin ettim. Önümde daha gidecek çok yol vardı.
Şansım yaver gidiyordu. Hyatt Oteli'nin önünde, yorgun görünen bir
çift, taksiden son bavullarını indiriyordu. Otobüsten atladım ve taksiye
koştum, kendimi sürücünün arkasındaki koltuğa attım. Yorgun çift ve
sürücü bana bakıyorlardı.
Şaşkın sürücüye annemin adresini verdim. "Buraya mümkün olduğunca
çabuk gitmeliyim."
"Ama burası Scottsdale'de," diye söylendi. Koltuğun üzerine dört tane
yirmilik banknot attım. "Bu kadar yeter mi?"
"Tabii çocuk, hiç sorun değil."
Arkama yaslanarak oturdum. Bu tanıdık şehir etrafımda dönmeye başladı
ama camdan bile bakmıyordum. Kontrolü elimde tutmak için çaba sarf
ediyordum. Planım başarıyla tamamlanmıştı. Daha çok endişelenmeme ya da
korkmama gerek yoktu. Şimdi sadece bu yoldan gitmem gerekiyordu.
Paniğe kapılmak yerine gözlerimi kapattım ve yirmi dakikalık bu
yolculuğu Edward'ı düşünerek geçirdim.
Edward'ı karşılamak için havaalanında kaldığımı hayal ettim. Onu bir
an önce onu görmek için nasıl heyecanlandığımı düşündüm. Bizi ayıran o
kalabalığın içinden çabucak yanıma geleceğini... Sonra ben aramızdaki
birkaç adımı koşarak kapatacak ve onun mermer gibi kollarında güvende
olacaktım.
Nereye gideceğimizi merak ediyordum. Kuzeyde bir yerlere giderdik
herhalde, böylelikle gündüz de dışarıda olabilirdik. Onu deniz kıyısında
ediyordum, teninin deniz gibi parladığını... Ne kadar zaman
saklanacağımızın bir önemi olmazdı. Onunla bir otel odasında tıkılı
kalmak bile cennet gibi olurdu. Ona soracak o kadar çok sorum vardı
ki... Onunla sonsuza kadar konuşabilir, hiç uyumadan, yanından hiç
ayrılmayabilirdim.
Şimdi yüzünü çok net görebiliyordum... Neredeyse sesini duyuyordum.
Bütün bu korkuya ve ümitsizliğe rağmen çok mutluydum. Beni gerçeklerden
uzaklaştıran hayallere o kadar dalmıştım ki geçen zamanın farkında
değildim.
"Hey, kaç numaraydı?"
Şoförün sorusu beni gerçek hayata döndürdü ve hayallerimin rengini
aldı. Sıra korku, sıkıntı ve endişedeydi.
"Elli sekiz, yirmi bir." Sözcükler boğazımda düğümlendi. Şoför bana
baktı, bir kriz geçirip geçirmediğimi anlamaya çalışıyordu.
"O zaman geldik." Paranın üstünü istemeyeyim diye beni bir an önce
arabasından indirmeye çalışıyordu.
"Teşekkür ederim," dedim. Korkmamam için kendimi telkin ediyordum. Ev
boştu. Acele etmeliydim; annem korkmuş bir şekilde beni bekliyordu,
hayatı buna bağlıydı.
Kapıya doğru koştum ve her zaman yaptığım gibi anahtarı almak için
saçağın altına uzandım. Kapıyı açtım. İçerisi karanlık, boş ve normal
görünüyordu. Mutfağın ışığını açarak telefona koştum. Beyaz tahtanın
üzerinde küçük ve düzgün bir şekilde yazılmış on haneli bir telefon
numarası vardı. Numaraları tuşlarken ellerim titriyordu. Telefonu
kapatıp tekrar aramak zorunda kalmıştım. Bu sefer sadece tuşlara
odaklanmıştım, her birine teker teker basmıştım. Sonunda başarmıştım.
Titreyen elimle telefonu kulağıma götürdüm. Sadece bir kere çaldı.
"Alo, Bella," dedi o rahat ses. "Çok hızlısın, çok etkilendim."
"Annem iyi mi?"
"O gayet iyi. Merak etme Bella, onunla hiç tartışmadık. Tabii eğer
onunla yanlız geldiysen."
"Yanlızım." Hayatım boyunca hiç bu kadar yanlız olmamıştım.
"Çok iyi. Evinizin köşesinden döndüğün zaman bir bale stüdyosu var,
biliyor musun?"
"Evet, oraya nasıl gidileceğini biliyorum."
"Pekâlâ, o zaman biraz sonra görüşürüz."
Telefonu kapattım. Odadan çıkarak o yakıcı sıcağa çıktım.
Eve dönüp bakmak için zamanım yoktu, zaten evi şu anda olduğu gibi
görmek istemiyordum. Hoş, sığınacak bir yuvadan çok, korkunun bir
simgesiydi. Bu tanıdık odalardan en son geçen adam benim düşmanımdı.
Göz ucuyla, çocukken oynadığım büyük okaliptüs ağacına ve yeşermek
üzere olan çiçeklere baktım. Her yerde annemi görüyordum.
Anılar bugün gördüğüm gerçekliklerden çok daha güzeldi. Ama ben
köşeyi döndüm ve herşeyi geride bırakarak onlardan kaçtım.
Çok yavaş hareket ediyordum; sanki ıslak kumda koşuyordum. Sanırım
gerçeklikten yeterince payımı alamamıştım. Birkaç kez tökezledim. Bir
keresinde neredeyse düşüyordum. Son anda ellerimle kaldırımın kenarına
tutundum. Sonunda köşeye gelmeyi başardım. Sadece bir sokak kalmıştı;
çok terlemiştim ve soluk soluğa koşuyordum. Güneş yakıyordu; bu beyaz
top başımın üzerinde beni kör edecek gibiydi. Kendimi çok korunmasız
hissediyordum. Forks'un, yani evimin o yeşil koruyucu ormanlarını ne
kadar çok özlemiştim.
Son köşeden Cactus'e döndüğümde stüdyoyu görebiliyordum. Tıpkı
hatırladığım gibiydi. Önümdeki park yeri boştu, pencerelerdeki dikey
storların hepsi kapalıydı. Artık daha fazla koşamıyordum, nefes
alamıyordum; gösterdiğim gayret ve korku beni alt etmişti. Hareket
edebilmek, adım atabilmek için annemi düşünüyordum.
Yakınlaştıkça kapının içindeki işareti görebiliyordum. Parlak pembe
kağıtta el yazısıyla dans stüdyosunun bahar tatili nedeniyle kapalı
olduğu yazıyordu. Kağıdın asılı olduğu kapıın kolunu dikkatlice
indirdim. Kilitli değildi. Nefesimi tutarak içeri girdim.
Lobi karanlık ve boştu, havalandırmadan ses geliyordu. Plastik
sandalyeler duvara doğru istiflenmişti ve halı da şampuan kokuyordu.
Aradaki camdan bar tarafındaki dans odasının karanlık olduğunu
görebiliyordum. Doğu tarafındaki daha büyük olan dans odasında ışık
vardı. Ama camdaki storlar kapalıydı.
Sonra annemin sesini duydum.
"Bella? Bella?" dedi panik içinde. Hemen sesin geldiği kapıya koştum.
"Bella, ödümü koparttın! Bunu bana bir dah asla yapma!" dedi. Annem
ben yüksek tavanlı odaya girerken.
Annemin sesinin nerden geldiğini bulmaya çalışarak etrafıma
bakınıyordum. Onun gülüşünü duydum ve tüylerim diken diken oldu.
İşte orada, televizyon ekranındaydı, huzur içinde saçlarımı
okşuyordu. Şükran günü'ydü ve ben on iki yaşındaydım. Ölmeden bir sene
önce Kalifornia'daki büyükannemi görmeye gitmiştik. Plaja gittiğimiz bir
gün ben iskeleden fazlasıyla sakmıştım. Bacaklarımla denge kurmaya
çalışırken annem beni görmüştü. "Bella? Bella?" diye beni çağırmıştı
korkuyla.
Sonra televizyon ekranı bir anda mavi oldu.
Yavaşça arkamı döndüm. Arka taraftaki çıkışta James hareketsiz
duruyordu, bu yüzden onu hemen fark edemedim. Elinde uzaktan kumanda
vardı. Uzun bir süre birbirimize baktık, o gülümsedi.
Bana doğru yürüdü ve iyice yaklaştı. Sonra yanımdan geçip uzaktan
kumandayı videanun yanına koydu. Onu izlemek için dikkatlice döndüm.
"Bunun için üzgünüm Bella, ama annenin bu işe karışmış olmaması senin
için daha iyi değil mi?" Sesi çok nazikti.
Bir anda kafama dank etti. Annem güvendeydi. Hâlâ Florida'daydı ve
mesajımı almamıştı. Şu karşımda duran kırmızı gözlü ve soluk benizli
adam onu korkutmamıştı. O güvendeydi.
"Evet," diye cevap verdim. Sesimde bir rahatlama vardı. "Seni
kandırdığım için bana üzgün görünmüyorsun?"
"Kızmadım." Bu kibirli tavrım bana cesaret verdi. Ne fark ederdi?
Yakında herşey bitecekti. Annemle Charlie'ye bir zarar gelmeyecek ve
korkmak zorunda kalmayacaklardı. İçimden bir ses gerginlik yaşamaktan
aklımı yitireceğimi söylüyordu.
"Çok garip. Bunları söylerken ciddisin." Koyu renk gözleri bana
ilgiyle bakıyordu. Gözbebekleri neredeyse siyahtı, yanlızca kenarlarında
hafifçe görünen koyu kırmızı bir renk vardı. Susamıştı. "Siz insanlar
ne kadar tuhaf oluyorsunuz. Sanırım sizi izlemenin cazibesini şimdi daha
iyi anlıyorum. Bazılarınızın kendi çıkarlarını hiç düşünmemeleri
inanılmaz."
Dikkatle bana bakıyor ve benden birkaç adım uzakta duruyordu. Ne
yüzünde, ne de duruşunda tehditkâr bir şey vardı. O kadar normal
duruyordu ki... Sadece beya teni ve artık alışkın olduğum yuvarlak
gözleri vardı. Uzun kollu, soluk mavi bir tişört ve altına da solmuş bir
kot giyinmişti.
"Sanırım bana erkek arkadaşının öcünü alacağını söyleyeceksin?" dedi.
"Hayır, hiç sanmıyorum. En azından ona bunu yapmamasını söyledim."
"Peki, o ne cevap verdi?"
"Bilmiyorum." Bu nazik avcıyla sohbet etmek nedense çok kolaydı. "Ona
bir mektup bıraktım."
"Ne kadar da romantik; son mektup! Sence buna saygı gösterecek mi?"
Sesi biraz sertleşmişti. Kibar konuşmasının altında alaylı bir ifade de
vardı.
"Umarım."
"Hımm. O zaman isteklerimiz farklı. Görüyorsun, bu çok kolay ve çok
çabuk oldu. Dürüst olmak gerekirse hayal kırıklığına uğradım. Bana kafa
tutmanı beklerdim ve bütün bu olanlardan sonra ihtiyacım olan tek şey
biraz şanstı."
Sessizce bekledim.
"Victoria, babana ulaşamadığı zaman ondan seninle ilgili daha fazla
bilgi toplamasını istedim. Kendi seçtiğim yerde seni beklemek varken
peşinden bütün dünyayı gezmenin bir anlamı yoktu. Victoria'yla
konuştuktan sonra Phoenix'e gelip annene uğramayı düşündüm. Eve
gittiğini söyledğini duydumi ilk önce gerçekten eve gideceğini hiç
düşünmedim. Ama sonra düşündüm ki insanlar tahmin edilebilir davranışlar
sergilerler; tanıdık ve güvenli bir yerde olmak isterler. Saklanırken
gideceğin en son yerin, bulunacağını söylediğin yer olması çok hoş bir
hile değil mi?
"Ama tabii ki bundan emin değildim, bu sadece bir histi. Genellikle
avımla ilgili birşeyler hissederim; altıncı his gibi bir şeydir bu.
Annenin evine gittiğimde mesajını dinledim ama tabii ki nereden
aradığını anlayamadım. Numaranın bende olması çok işime yaradı. Ama sen
Antarktika'da da olabilirdin ve eğer yakınlarda bir yerlerde olmasaydın
bu oyunum işe yaramazdı.
"Sonra erkek arkadaşın Phoenix'e gelen bir uçağa bindi. Victoria
onları benim için izliyordu. Tabii ki bu kadar fazla oyuncunun bulunduğu
bir oyunda yalnız çalışamazdım. Sonra bana umduğum şeyi, senin burada
olduğunu söylediler. Ben de hazırlandım, evdeki filmlerin hepsini
izledim. Sonra işim sadece blöf yapmaya kalmıştı.
"Çok kolay oldu biliyor musun? Benim standartlarıma uymayacak kadar
kolay oldu. Umarım erkek arkadaşın konusunda yanılıyorsundur. Edward'dı
değil mi?"
Cevap vermedim. İçimdeki cesaret giderek azalıyordu. Başarısızlığımı
seyretmekten aldığım zevkin sonuna geldiğini hissediyordum. Aslında bu
benim için geçerli değildi. Beni yenmekle bir zafer kazanılamazdı, ben
alt tarafı zayıf bir insandım.
"Edward'ın için bir mektup bırakmamın senin için bir sakıncası var
mı ?"
"Bir adım geri attı ve avuç içi kadar bir kamerayı müzik setinin
üzerine koydu. Küçük kırmızı bir ışık kameranın açık olduğunu
gösteriyordu. Kamerayı geniş açıya alarak birkaş ayarlama yaptı. Korku
içinde ona bakıyordum.
"Üzgünüm ama bunu izledikten sonra benim peşime düşmemesi imkansız.
Onun hiçbir şeyi kaçırmasını istemem. Sen ne yazık ki sadece yanlış
yerde, yanlış zamanda ve kesinlikle yanlış bir grupla koşmakta olan bir
insansın."
Gülümseyerek bana yaklaştı. "Başlamadan önce..."
O konuşurken midemin bulandığını hissediyordum. Daha önce hiç böyle
hissetmemiştim.
"Sadece biraz başına kakmak istiyorum hepsi bu. Cevap orada öylece
duruyordu. Edward'ın bunu anlayıp eğlencemi bozmasından korktum. Bu,
yıllar önce bir kere daha oldu. Avımın benden kaçtığı tek durumdu.
"Küçük kurbanına dayanamayan bir vampir, Edward'ın vermekte
zorlandığı kararı vermişti. Yaşlı olan, küçük arkadaşının peşinde
olduğumu öğrendiğinde çalıştığı akıl hastanesinden o kızı kaçırdı.
Vampirlerin siz insanlara karşı olan bu takıntısını hiçbir zaman
anlayamamışımdır. Onun serbest bırakır bırakmaz güvende olmasını
sağladı. Acıyı hissetmiş gibi görünmüyordu bile, zavallı ufaklık. O
karanlık delikte o kadar uzun süre kalmıştı ki... Yüzyıl önce olsa
gördüğü hayaller yüzünden kazığa bağlanıp yakılırdı. Bin dokuz yüz
yirmilerde akıl hastaneleri, şok tedavileri vardı. Ona verilen yeni
gençliğin tazeliğiyle gözlerini açtığında, sanki güneşi daha önce hiç
görmemiş gibiydi. Yaşlı vampir onu güçlü ve yeni bir vampir haline
getirmişti; o zaman da benim ona dokunmak için bir sebebim kalmamıştı,"
dedi iç geçirerek. "Yaşlı olandan intikamım acı oldu. "
"Alice," dedim şaşkınlıkla.
"Evet, o küçük arkadaşın." Onu beyzbol oynarken gördüğümde şaşırdım.
Sanırım onun grubu bu deneyim sonrası huzur bulmuştu. Ben seni aldım
ama onlar da Alice'i aldı. Benden kaçmayı beceren tek kurban, bu büyük
bir onur... Ama o da o kadar güzel kokuyordu ki. Onun tadına bakamadığım
için hala pişmanlık duyarım. Kusura bakma ama senden bile daha güzel
kokuyordu. Sen de güzel kokuyorsun. Çiçek gibi..."
Bana bir adım daha yaklaştı, aramızda sadece birkaç santimetre
kalmıştı. Saçımı kokladı, soğuk parmak uçlarını boğazımda hissetmiştim;
yanağımı okşamak için uzandı. Koşup kaçmayı o kadar çok istiyordum ki
ama donup kalmıştım. Kenara bile çekilemedim.
"Hayır, " diye söylendi, kendi kendine elini çekerken.
"Anlamıyorum," dedi iç geçirerek. "Sanırım işimize baksak iyi olacak.
Sonra arkadaşlarını arayıp seni nerede bulabileceklerini söyleyebilirim
ve tabii bu küçük mesajımı da onlara iletebilirim."
Şimdi gerçekten midem bulanıyordu. Acı yaklaşmaktaydı, bunu
gözlerinden okuyabiliyordum. Ona galip gelmek, beslenmek yetmeyecekti.
Beklediğim gibi çabuk bir son olmayacaktı. Dizlerim titremeye başladı,
düşecektim.
Bir adım geri çekildi ve etrafımda yürümeye başladı. Sanki bir
müzedeki heykeli inceliyormuş gibiydi. Nereden başlayacağına karar
verirken yüzünden hala olumlu bir ifade vardı.
Birden bire hızla öne doğru atladı ve oturdu, yüzündeki gülümseme
giderek genişliyordu, aslında bu bir gülüşten çok parlak dişlerini
gösterme çabasıydı.
Kendime engel olamadım ve koşmaya çalıştım. Bunun işe
yaramayacağını biliyordum. Çok yorgundum zaten, iyice paniğe kapıldım ve
acil çıkış kapısının orada yakalandım.
Hemen önümde belirmişti. Nasıl bu kadar hızlı gelmişti yanıma,
anlamadım. Göğsüme bir darbe indirdi, arkayadoğru uçmuş, başımı da
aynalara doğru çarpmıştı. Cam kırılmıştı ve parçalar üzerime yağdı.
Acıyı hissetmeyecek kadar şaşkındım. Nefes alamıyordum. Yavaş yavaş
bana doğru gelmeye başladı.
"Bu çok hoş," dedi etrafımdaki camları incelerken. "Bu odanın kısa
filmim için fazla dramatik olacağını düşünmüştüm. Seninle de bu yüzden
burada buluşmayı istedim. Mükemmel bir fikir öyle değil mi?"
Onu duymazdan geldim, dizlerim ve ellerimin üzerinde emekleyerek
diğer kapıya doğru gidiyordum.
Bi hamlede üzerimdeydi, ayağıyla sertçe bacağıma basıyordu ve
bacağımın kırılma sesini duyarak acı içinde bağırdım. Üzerimdeydi ve
gülümsüyordu.
"Son dileğini tekrar düşünmek ister misin?" diye sordu neşeli bir
şekilde. Parmağıyla kırık bacağımı dürttü ve korkunç bir çığlık duydum.
Sonra bu çığlığın bana ait olduğunu fark ettim.
"Edward'ın beni bulmaya çalışmasını istemez miydin?" diye sordu.
"Hayır," diye bağırdım boğuk bir sesle. "Hayır, Edward böyle bir
şeyi asla..." sonra yüzüme bir darbe aldım ve kırık camların oraya
savruldum.
Bacağımın acısının yanında başımın da kesildiğini hissettim.
Saçlarımın arasından sıcak sıcak kanlar akmaya başladı yoksa üzerim
ıslanmıştı, zemine birşeylerin damladığını hissediyordum. Bunun kokusu
midemi iyice bulandırdı.
Mide bulantısı ve baş dönmesinin arasında bana ümit veren birşey
gördüm. Önceden sadece istekli olan gözleri şimdi kontrol edilemez bir
ihtiyaçla yanıyordu. Beyaz tişötünden akıp yerde küçük bir havuz
oluşturan koyu renkli kan, onu susuzluktan delirtiyordu. Asıl niyeti ne
olursa olsun bunu daha fazla erteleyemeyecekti.
Akan kanla birlikte bilincimi de yitiriyordum. Tek dileğim bu işin
bir an önce bitmesiydi. Gözlerim kapanıyordu. Son bir ses duydum ve
kapanmak üzere olan gözlerimin aralığından bana doğru yaklaşan koyu bir
gölge görüyordum. Son bir çabayla yüzümü korumak için elimi kaldırdım.
Gözlerim kapandı ve kendimden geçtim.



Alıntıdır !
Admin
Admin
Kontes
Kontes

Mesaj Sayısı : 157
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 11/07/10
Yaş : 28
Nerden : Yalova

https://twilightserisi-tr.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz