Twilight
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Midnight Sun Türkçe Çeviri 1. Bölüm (İlk Bakış)

Aşağa gitmek

Midnight Sun Türkçe Çeviri 1. Bölüm (İlk Bakış)  Empty Midnight Sun Türkçe Çeviri 1. Bölüm (İlk Bakış)

Mesaj tarafından madhmazeL Ptsi Ağus. 09, 2010 10:35 am

1. İlk Bakış





Bu, günün uyuyabilmeyi dilediğim zamanıydı.

Lise.

Ya da doğru sözcük Araf mıydı? Eğer günahlarımı telafi etmenin bir yolu

olsaydı, bu bir ölçütte çeteleye yazılmalıydı. Can sıkıntısı alışabildiğim bir şey değildi;

her gün inanılmaz derecede, bir öncekinden daha tekdüze geliyordu.

Sanırım benim uyuma biçimim buydu – eğer uyku aktif dönemler arasındaki

hareketsiz durum olarak tanımlanırsa.

Kafeteryanın uzak köşesindeki alçıdan geçen çatlaklara, orada olmayan

şekiller hayal ederek baktım. Bu, kafamın içinde fışkıran, bir nehir gibi çağıldayan

sesleri bastırmanın tek yoluydu.

Bu seslerden birkaç yüz tanesini sıkıntı yüzünden duymazdan geliyordum.

Konu insan zihnine gelince, hepsini daha önceden duymuştum. Bugün bütün

düşünceler, buradaki küçük öğrenci grubuna eklenen yeni kişiyle ilgili gülünç bir

heyecanla doluydu. Hepsinde ilgi uyandırmak çok kısa zaman almıştı. Yeni yüzü her

açıdan düşünce üzerine düşüncede görmüştüm. Sadece sıradan bir insan kızı.

Gelişinden doğan coşku bıktırıcı şekilde tahmin edilebilirdi – bir çocuğa parlak bir

cisim göstermek gibi. Koyuna benzeyen erkeklerin yarısı şimdiden kendilerini ona

aşık olarak hayal ediyorlardı, sırf bakılacak yeni bir şey olduğu için. Onları bastırmak

için daha çok uğraştım.

Sadece dört sesi tiksindiğim için değil, nezaketten engelliyordum: yanlarında

olduğum zamanlardaki mahremiyet yoksunluğuna alışan ve bununla ilgili artık pek

düşünmeyen ailem, iki kız ve iki erkek kardeşim. Onlara verebildiğim kadar gizlilik

veriyordum. Eğer yapabilirsem dinlememeye çalışıyordum.

Denediğim halde, yine de… biliyordum.

Rosalie’nin aklında, her zamanki gibi, kendisi vardı. Birilerinin bardaklarında

profilinin görüntüsünü yakalamıştı ve mükemmelliği üzerine düşünüyordu. Onun

zihni birkaç sürprizi olan sığ bir göletti.

Emmett dün gece Jasper’a karşı kaybettiği güreş maçı yüzünden

köpürüyordu. Rövanş ayarlamak için okulun bitimini getirmek, sınırlı olan bütün

sabrını alacaktı. Emmett’in düşüncelerini dinlerken kendimi hiçbir zaman davetsiz

misafir gibi hissetmezdim, çünkü asla sesli söylemeyeceği ya da eyleme

geçirmeyeceği bir şey düşünmezdi. Muhtemelen diğerlerinin aklını okumaktan

suçluluk duymamın sebebi, orada benim duymamı istemeyecekleri şeyler olduğunu

bilmemdi. Eğer Rosalie’nin zihni sığ bir göletse, Emmett’inki de cam berraklığında,

karartısız bir göldü.

3

Ve Jasper… acı çekiyordu. Bir iç çekişi bastırdım.

Edward. Alice kafasının içinde ismimi söyledi ve dikkatimi anında çekti.

Bu, adımın sesli söylenmesiyle aynı şeydi. İsmimin modasının son zamanlarda

geçmiş olmasından memnundum – sinir bozucu oluyordu; herhangi bir zaman,

herhangi biri, herhangi bir Edward’ı düşündüğünde, kafam istemsizce dönüyordu…

Şimdi başım dönmemişti. Alice ve ben bu gizli konuşmalarda iyiydik. Birileri

bizi çok ender yakalayabiliyordu. Gözlerimi alçının çizgilerinde tuttum.

Nasıl direniyor? diye sordu bana.

Somurttum, ağzımın sabit şeklinde sadece ufak bir değişiklik oldu. Diğerlerini

uyaracak hiçbir şey yoktu. Sıkıntıdan da somurtuyor olabilirdim.

Alice’in iç sesi şimdi panik doluydu, zihninde çevresel görüşüyle Jasper’ı

izlediğini gördüm. Bir tehlike var mı? Yakın geleceği taradı, surat asmamın altındaki

sebebi bulmak için tekdüze görüntüleri gözden geçirdi.

Başımı sanki duvarın tuğlalarına bakıyormuş gibi yavaşça sola çevirip iç

çektim, sonra sağa, tavandaki çatlaklara bakmaya geri döndüm. Sadece Alice kafamı

salladığımı biliyordu.

Rahatladı. Eğer kötüye giderse bana haber ver.

Sadece gözlerimi hareket ettirdim, önce tavana sonra tekrar aşağıya.

Bunu yaptığın için teşekkürler.

Sesli cevap veremediğim için hoşnuttum. Ne söylerdim ki? ‘Benim için bir

zevk’? Hiç değildi. Jasper’ın mücadelelerini dinlemekten keyif almıyordum. Onu

böyle sınamak gerçekten gerekli miydi? Belki de susuzlukla hiçbir zaman kalanımız

gibi başa çıkamayacağını itiraf etmek, sınırları zorlamamak daha güvenli olmaz

mıydı? Niye tehlikeyle flört etmeliydi ki?

Son avlanma seyahatimizin üzerinden iki hafta geçmişti. Bu kalanımız için çok

uzun bir zaman değildi. Bazen biraz rahatsız ediyordu – eğer bir insan çok yakından

yürürse, eğer rüzgar yanlış yönden eserse… ama insanlar çok ender yakınımızdan

yürüyorlardı. İçgüdüleri onlara bilinçlerinin asla anlayamadığı şeyi söylüyordu: biz

tehlikeliydik.

Jasper şu anda çok tehlikeliydi.

O anda, küçük bir kız bir arkadaşıyla konuşmak için bizimkine en yakın

masanın sonunda durdu. Sarımsı kızıl, kısa saçlarını, parmaklarını içinden geçirerek

salladı. Isıtıcı, kokusunu bizim yönümüze doğru üfledi. Bu kokunun bana

hissettirdiklerine alışıktım – boğazımda susatıcı bir ağrı, midemde boş bir arzu,

kaslarımın istemsizce kasılması, ağzımdaki zehrin aşırı akması…

Bunların hepsi oldukça normaldi, genellikle görmezden gelinmesi kolaydı.

Sadece şimdi daha zordu; Jasper’ın tepkisini izlerken hisler daha güçlü, iki misliydi.

Sadece benimki yerine çifte susuzluk vardı.

Jasper hayal gücünün kendisinden kurtulmasına izin verdi. Kafasında

resmediyordu – kendini Alice’in yanındaki yerinden kalkıp küçük kızın yanına

giderken canlandırıyordu. Kulağına fısıldıyormuş gibi eğilip dudaklarını kızın

4

boğazına değdirmeyi düşünüyordu. İnce teninin altındaki nabzının sıcak atışının

ağzının altında nasıl hissedeceğini düşlüyordu…

Sandalyesini tekmeledim.

Bir dakikalığına bakışımla buluştu ve sonra aşağı baktı. Kafasının içindeki

utanç ve isyan savaşını duyabiliyordum.

“Özür dilerim.” diye mırıldandı.

Omuzlarımı silktim.

“Hiçbir şey yapmayacaktın.” dedi Alice üzüntüsünü yatıştırmak için. “Bunu

görebiliyordum.”

Yalanını ele vermemek için suratımı ekşitmemeye uğraştım. Birbirimize

destek olmalıydık, Alice ve ben. Sesler duymak ya da gelecekten görüntüler görmek

kolay değildi. Zaten ucube olanların arasında ikimiz de ucubeydik. Birbirimizin

sırlarını korurduk.

“Eğer onları insan olarak düşünürsen biraz yardımcı oluyor.” diye önerdi

Alice, yüksek, müzikal sesi eğer yeterince yakında olan varsa, onların duyabilmesi

için çok hızlıydı. “Adı Whitney. Çok sevdiği bir kız kardeşi var. Annesi Esme’yi o

bahçe partisine davet etmişti, hatırladın mı?”

“Onun kim olduğunu biliyorum.” dedi Jasper tersçe. Uzun odanın etrafındaki

saçakların altında yer alan pencerelerin birinden bakmak için döndü.

Bu gece avlanmak zorunda kalacaktı. Böyle riskler alarak, gücünü test etmeye,

direncini artırmaya çalışmak saçmaydı. Jasper sınırlarını kabul etmeli ve onlara göre

davranmalıydı. Eski alışkanlıklarının, seçilmiş yaşam şeklimize faydası olmuyordu;

kendini böyle zorlamamalıydı.

Alice sessizce iç çekti ve yemek tepsisini alıp kalkarak onu yalnız bıraktı.

Jasper’ın ne zaman yeterli desteği aldığını bilirdi. Rosalie ve Emmett ilişkileriyle

daha çok göze batsalar da, birbirlerinin ruh hallerini kendilerininki kadar iyi bilenler

Alice ve Jasper’dı. Sanki onlar da akıl okuyabiliyorlarmış gibi – sadece

birbirlerininkini.

Edward Cullen.

Refleks olarak, adımın çağrıldığı sese doğru döndüm; ama seslenilmemişti

sadece bir düşünceydi.

Gözlerim saniyenin küçük bir kısmı için kalp şekilli, soluk renkli bir yüzdeki

bir çift büyük, çikolata renkli göze kilitlendi. Şimdiye kadar kendim görmüş

olmasam da, yüzü tanıyordum. Bugün buradaki her insanın aklında en ön

plandaydı. Yeni öğrenci, Isabella Swan. Buraya yeni bir gözetim durumuyla yaşamak

için gelmiş, kasaba polis şefinin kızı. Bella. Tam ismini söyleyen herkesi

düzeltmişti…

Sıkılıp başka yere baktım. Onun, ismimi düşünen kişi olmadığını anlamam bir

saniye sürmüştü.

İlk düşüncenin Tabii ki, şimdiden Cullen’lara çarpılıyor, diye devam ettiğini

duydum.

5

Şimdi ‘sesi’ tanımıştım. Jessica Stanley – iç gevezelikleriyle beni rahatsız edeli

bir süre geçmişti. Yanlış kişiye olan hayranlığını sonunda atlatmış olması büyük

rahatlıktı. Eskiden, daimi, gülünç hayallerinden kaçmak neredeyse imkansızdı. O

zamanlar, eğer dudaklarım ve arkalarındaki dişlerim onun yakınlarına gelirse tam

olarak ne olacağını ona açıklayabilmeyi dilemiştim. Bu, o rahatsız edici fantezilerini

sustururdu. Tepkisinin düşüncesi beni neredeyse gülümsetti.

Ne kadar da faydalanacak bundan, diye devam etti Jessica. Gerçekten güzel bile

değil. Niye Eric’in ona bu kadar çok baktığını bilmiyorum… ya da Mike’ın.

Son isimde irkildi. Yeni platoniği, popüler Mike Newton ona tamamen

kayıtsızdı. Belli ki, yeni kıza o kadar kayıtsız değildi. Yine parlak cisimle çocuk gibi.

Kıza ailemle ilgili bilgi verirken dışarıdan samimi görünüyordu. Yeni öğrenci

mutlaka bizi sormuş olmalıydı.

Bugün herkes bana da bakıyor, diye düşündü Jessica kendini beğenmiş şekilde.

Bella’nın benimle iki dersi olması büyük şans… Bahse girerim ki Mike bana–

Dar kafalılığı ve abesliği beni delirtmeden önce bu anlamsız gevezeliği

kafamdan atmaya çalıştım.

“Jessica Stanley yeni Swan kızına Cullen’ların bütün kirli çamaşırlarını

anlatıyor.” diye mırıldandım Emmett’a dikkatimi dağıtmak için.

Alçak sesle kıkırdadı. Umarım iyi anlatıyordur, diye düşündü.

“Hiç yaratıcı değil aslında. Sadece ufak skandal dokundurmaları, korku

hikayesi değil. Biraz hayal kırıklığına uğradım.”

Peki yeni kız? O da dedikodudan hayal kırıklığına uğramış mı?

Yeni kızın, Bella’nın, Jessica’nın hikayesi üzerine ne düşündüğünü duymak

için dinledim. Herkesçe görmezden gelinen garip, kireç tenli aileye baktığında ne

görmüştü?

Tepkisini bilmek benim bir nevi sorumluluğumdu. Ailem için bir gözcüydüm,

bizi korumak için. Eğer birileri şüphelenmeye başlarsa, erken bir uyarı ve kolay geri

çekilme şansı verebiliyordum. Bu sık sık oluyordu – aktif hayal gücüne sahip bazı

insanlar bizi bir kitap ya da film karakteri olarak görüyorlardı. Genellikle yanlış

sonuca varıyorlardı; ama riske girmektense başka bir yere taşınmak daha iyiydi. Çok

çok ender, birileri doğru tahmin ediyordu. Onlara hipotezlerini test etme şansı

vermiyorduk. Korkutucu bir anıdan başka bir şey olmamak için sadece

kayboluyorduk…

Jessica’nın anlamsız iç monologunun devam ettiği yerin yakınını dinlememe

rağmen hiçbir şey duymadım. Sanki orada kimse oturmuyor gibiydi. Ne tuhaf. Kız

gitmiş miydi? Jessica ona hala gevezelik ettiğine göre, bu pek mümkün değildi.

Dengesiz hissederek kontrol etmek için baktım, ekstra ‘duyu’mun bana ne

söyleyebileceğini kontrol etmek için – bu daha önce yapmak zorunda kaldığım bir

şey değildi.

Bakışım yine aynı, büyük ve kahverengi gözlere kilitlendi. Daha önce

oturduğu yerde oturuyor ve Jessica ona hala Cullen’larla ilgili yerel dedikoduları

anlattığı için, doğal olarak, bize bakıyordu.
madhmazeL
madhmazeL
İnsan
İnsan

Mesaj Sayısı : 123
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 24/07/10
Yaş : 30

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Midnight Sun Türkçe Çeviri 1. Bölüm (İlk Bakış)  Empty Geri: Midnight Sun Türkçe Çeviri 1. Bölüm (İlk Bakış)

Mesaj tarafından madhmazeL Ptsi Ağus. 09, 2010 10:39 am



Bizi düşünmek de doğal olurdu.

Ama bir fısıltı bile duyamadım.

Bir yabancıya bakarken yakalanmanın utancından kaçmak için aşağıya

bakarken, davet edici sıcak bir kırmızı, yanaklarını renklendirdi. Jasper’ın hala

pencereden dışarı bakıyor olması iyiydi. Bu serbest kanın, onun kontrolüne ne

yapacağını hayal etmek istemiyordum.

Duyguları yüzünde sanki alnında yazılmış gibi açıktı: kendi türü ve benim

türüm arasındaki hemen göze çarpmayan farkları bilmeden algıladığında şaşkınlık,

Jessica’nın hikayesini dinlediğinde merak ve başka bir şey daha… hayranlık? Bu ilk

olmazdı. Avlarımıza göre güzeldik. Ve son olarak, onu bana bakarken

yakaladığımda utanç.

Yine de, düşünceleri garip gözlerinde – garip, çünkü çok derinlerdi;

kahverengi gözler genelde koyuluklarıyla düz görünürlerdi – çok açık olsa da,

oturduğu yerden sessizlikten başka hiçbir şey duyamıyordum. Hiçbir şey.

Bir an huzursuz hissettim.

Bu daha önce karşılaştığım bir şey değildi. Bende bir sorun mu vardı? Her

zaman hissettiğim gibi hissediyordum. Endişelenerek daha güçlü dinledim.

…ne tür müzik seviyor acaba… belki ona şu yeni CD’den bahsedebilirim… diye

düşünüyordu iki masa ötedeki Mike Newton – Bella Swan’a gözlerini dikerek.

Onu izleyişine bak. Okuldaki kızların yarısının onu beklemesi yetmiyor mu… Eric

Yorkie, kızın da etrafında dönen hararetli düşünceler içindeydi.

…çok iğrenç. Ünlü falan olduğunu sanırsın… Edward Cullen bile ona

bakıyor…Lauren Mallory o kadar kıskançlık içindeydi ki, yüzü koyu yeşil olmalıydı.

Ve Jessica yeni en iyi arkadaşıyla hava atıyor. Ne şaka…Asit gibi sözler kızın

düşüncelerinde dönmeye devam etti.

…Bahse girerim ki herkes ona bunu sormuştur; ama onunla konuşmak isterim. Daha

özgün bir soru düşüneyim… düşünceleri içindeydi Ashley Dowling.

…belki İspanyolca sınıfımdadır… diye ümitlendi June Richardson.

…bu akşam yapacak bir sürü şey var! Trigonometri ve İngilizce sınavı. Umarım

annem… Düşünceleri alışılmadık şekilde iyi olan, sessiz kız Angela Weber, masada

bu Bella’yı takıntı haline getirmemiş tek kişiydi.

Hepsini duyabiliyordum, düşündükleri her önemsiz şeyi akıllarından geçtiği

sırada duyabiliyordum; ama aldatıcı şekilde açık görünen gözlere sahip kızdan

hiçbir şey yoktu.

Ve tabii ki, kızın Jessica’yla konuşurken ne söylediğini duyabiliyordum.

Alçak, duru sesini odanın uzak tarafından duyabilmek için akıl okumam

gerekmiyordu.

“Kırmızı-kahverengi saçlı çocuk hangisi?” diye sorduğunu duydum, bana

gözünün kenarından gizlice bakıp, hala onu izlediğimi gördüğünde gözlerini

kaçırarak.

Eğer sesini duymanın ulaşamadığım bir yerde kaybolmuş düşüncelerinin

tonunu saptamama yardım edeceğini ummak için vaktim olsaydı, anında hayal

7

kırıklığına uğrayacaktım. Genellikle, insanların düşünceleri fiziksel sesleriyle yakın

perdede olurdu; ama bu sessiz, utangaç ses yabancıydı, odanın içindeki yüzlerce

düşünceden biri değildi, bundan emindim. Tamamen yeniydi.

Ah, iyi şanslar geri zekalı! diye düşündü Jessica, kızın sorusunu cevaplamadan

önce. “O Edward. Harika tabii ki; ama zamanını boşa harcama. Kimseyle çıkmaz.

Belli ki buradaki kızların hiçbiri onun için yeterince güzel değil.” Burnunu kıvırdı.

Gülüşümü saklamak için kafamı çevirdim. Jessica ve sınıf arkadaşlarının,

hiçbiri bana özellikle çekici gelmediği için ne kadar şanslı olduklarından haberleri

yoktu.

Geçici neşenin altında, tam olarak anlayamadığım garip bir dürtü hissettim.

Kızın farkında olmadığı, Jessica’nın düşüncelerindeki fenalıkla bir ilgisi vardı…

Garip şekilde onların arasında girip, bu Bella Swan’ı Jessica’nın aklının karanlık

işleyişinden koruma isteği hissettim. Ne kadar sıra dışı bir duygu. Bu dürtünün

altındaki sebepleri ortaya çıkarmaya çalışarak yeni kızı bir kere daha inceledim.

Muhtemelen sadece uzun zaman önce gömülmüş zayıfı güçlüye karşı koruma

içgüdüsüydü. Kız sınıf arkadaşlarından daha kırılgan görünüyordu. Teni öyle

şeffaftı ki, dış dünyadan onu koruduğuna inanmak güçtü. Soluk, berrak zarın

altındaki damarlarında kanın ritmik akışını görebiliyordum… ama buna

odaklanmamalıydım. Seçtiğim bu hayatta iyiydim; fakat Jasper kadar susamıştım ve

bir ayartmayı davet etmenin anlamı yoktu.

Kaşlarının arasında, farkında olmadığı görünen hafif bir kıvrım vardı.

Bu inanılmaz derecede sinir bozucuydu! Orada oturmanın, yabancılarla

konuşmanın, ilgi odağı olmanın onun için bir gerilim olduğunu net bir şekilde

görebiliyordum. Utangaçlığını, narin görünümlü omuzlarını tutuşundan – sanki her

an bir saldırı bekliyormuş gibi hafifçe kambur – hissedebiliyordum. Yine de sadece

hissedebiliyor, görebiliyor, hayal edebiliyordum. Bu sıradan insan kızdan

sessizlikten başka bir şey gelmiyordu. Hiçbir şey duyamıyordum. Niye?

“Kalkalım mı?” diye mırıldandı Rosalie, konsantrasyonumu bozarak.

Bir ferahlama hissiyle kızdan uzağa baktım. Başarısız olmaya devam etmek

istemiyordum, bu beni rahatsız ediyordu. Ayrıca saklanmış düşüncelerine sadece

benden gizli oldukları için ilgi duymaya başlamak istemiyordum. Şüphesiz,

düşüncelerine ulaştığımda – ve bunu yapmak için bir yol bulacaktım – bütün insan

düşünceleri gibi boş ve değersiz olacaklardı. Onlara ulaşmak için harcadığım çabaya

değmeyeceklerdi.

“Ee, yeni kız henüz birden korkuyor mu?” diye sordu Emmett, hala önceki

sorusuna cevabımı bekleyerek.

Omuz silktim. Daha çok bilgi için bastıracak kadar ilgili değildi. Ben de

olmamalıydım.

Masadan kalktık ve kafeteryadan dışarı çıktık.

Emmett, Rosalie ve Jasper son sınıf rolü yapıyorlardı; dersleri için ayrıldılar.

Ben onlardan daha genç bir rol oynuyordum. Lise ikinci sınıf düzeyindeki Biyoloji

sınıfıma doğru ilerledim ve zihnimi sıkıntıya hazırladım. Ortalama bir zekadan

8

fazlasına sahip olmayan Bay Banner’ın, dersine iki tıp diplomasına sahip birini

şaşırtacak bir şey ekleyebileceğinden şüpheliydim.

Sınıfta sırama yerleştim ve kitaplarımı – rol malzemeleri; içlerinde bilmediğim

hiçbir şey yoktu – masaya saçtım. Kendine ait bir masası olan tek öğrenci bendim.

İnsanlar benden kaçmaları gerektiğini bilecek kadar zeki değildi; ama hayatta kalma

içgüdüleri uzakta durmaları için yeterliydi.

Oda, öğrenciler yemekten döndükçe yavaşça doldu. Arkama yaslandım ve

zamanın geçmesini bekledim. Tekrar, uyuyabilmeyi diledim.

Angela Weber yeni kızla beraber kapıdan içeri girdiğinde, onu düşündüğüm

için ismi dikkatimi çekti.

Bella benim kadar utangaç görünüyor. Bugünün onun için zor olduğuna bahse

girerim. Keşke bir şey söyleyebilseydim… ama muhtemelen sadece kulağa aptal gelir…

Evet! diye düşündü Mike Newton ve kızın girişini izlemek için sırasında

döndü.

Hala, Bella Swan’ın durduğu yerden hiçbir şey yoktu. Düşüncelerinin olması

gereken boşluk beni sinirlendirip cesaretimi kırmıştı.

Öğretmen kürsüsüne gidebilmek için yanımdaki yoldan geçerken yaklaştı.

Zavallı kız; tek boş sıra yanımdaki sıraydı. Otomatik olarak onun tarafındaki

kitaplarımı bir yığın haline getirdim. Burada rahat hissedeceğinden şüpheliydim.

Uzun bir dönem için buradaydı – bu sınıfta en azından. Belki, yanında otururken

sırlarını ortaya çıkarabilirdim… daha önce bu kadar yakınlığa ihtiyacım olduğundan

değil… dinlemeye değecek bir şey bulacağımdan değil…

Bella Swan havalandırmadan bana doğru gelen sıcak havanın içine yürüdü.

Kokusu bana harap edici bir mermi, dövücü bir mancınık gibi çarptı. O zaman

bana ne olduğunu açıklayacak yeterince vahşi bir simge yoktu.

O anda, bir zamanlar olduğum insana hiçbir şekilde yakın değildim; kendimi

gerisinde tuttuğum insanlık maskesinin parçalarından eser yoktu.

Ben bir avcıydım. O benim avımdı. Dünyada bu gerçekten başka hiçbir şey

yoktu.

Görgü tanıklarıyla dolu bir oda yoktu – onlar çoktan kafamdaki paralel

hasardılar. Düşüncelerinin gizemi unutulmuştu. Bir anlam ifade etmiyorlardı, çünkü

onları düşünmeye uzun süre devam edemeyecekti.

Ben bir vampirdim ve o seksen yıldır kokladığım en tatlı kana sahipti.

Böyle bir kokunun var olabileceğini hiç hayal etmemiştim. Eğer bilseydim,

onu yıllar önce aramaya çıkardım. Onun için bütün gezegeni tarardım. Tadını hayal

edebiliyordum…

Susuzluk boğazımı bir ateş gibi yaktı. Ağzım kurumuş ve kızarmıştı. Taze

zehir akıntısı bu hissi gideremedi. Midem susuzluğun bir yankısı olan açlıkla

büküldü. Kaslarım sıçramak üzere gerildi.

Tam bir saniye geçmemişti. Hala onu rüzgar yönüne getiren adımı atıyordu.

Ayağı yere değdiğinde gözleri bana kaydı, gizlice bakmak istediği belliydi.

Bakışımla buluştu ve büyük aynalarında kendimi gördüm.



Orada gördüğüm yüzün şoku, hayatını birkaç sıkıntılı an kadar uzattı.

Bunu kolaylaştırmadı. Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde, kan yine yanaklarına

hücum edip, tenini gördüğüm en nefis renkle boyadı. Koku, beynimde yoğun bir

sisti. İçinden zorlukla düşünebiliyordum. Düşüncelerim köpürmüştü, kontrole

direniyorlardı, tutarsızlardı.

Kaçması gerektiğini anlamış gibi, şimdi daha hızlı yürüyordu. Acelesi onu

sakarlaştırmıştı – ayağı takıldı ve sendeledi, neredeyse önümde oturan kızın üzerine

düşüyordu. Savunmasız, zayıf. Bir insana göre normal olandan bile daha fazla.

Gözlerinde gördüğüm yüze odaklanmaya çalıştım, tiksinerek hatırladığım

yüze, içimdeki canavarın yüzüne – yıllarca çaba gösterip, katı disiplinle yendiğim

yüze. Şimdi ne kadar da kolayca yüzeye sıçramıştı.

Koku yine düşüncelerimi dağıtarak ve beni neredeyse sıramdan iterek

etrafımda döndü.

Hayır.

Kendimi sandalyede tutmaya çalışırken elim masanın kenarını kavradı. Tahta

yeteri kadar dayanıklı değildi. Elim desteği ezdi ve bir avuç dolusu kıymıkla geri

geldi, kalan tahtada parmaklarımın şeklini bıraktı.

Delili yok et. Bu esas kuraldı. Şeklin kenarlarını parmaklarımla çabucak toz

haline getirdim, masada düzensiz bir delik ile yerde ayaklarımla dağıttığım bir yığın

talaş dışında hiçbir şey bırakmadım.

Delili yok et. Tamamlayıcı hasar…

Şimdi ne olacağını biliyordum. Gelip yanıma oturmak zorunda kalacaktı ve

ben onu öldürmek zorunda kalacaktım.

Sınıftaki masum izleyicilerin, on sekiz başka çocuk ve bir adamın, yakında

görecekleri şeyi gördükten sonra odadan çıkmalarına izin verilemezdi.

Yapmak zorunda olduğum şeyin düşüncesinden korktum. En kötü

zamanımda bile, hiç böyle bir vahşet işlememiştim. Seksen yıl içinde asla masumları

öldürmemiştim ve şimdi yirmi tanesini aynı anda katletmeyi planlıyordum.

Aynadaki canavarın yüzü benimle alay etti.

Bir yarım canavardan ürküp kaçarken, diğer yarım plan yapıyordu.

Eğer ilk önce kızı öldürürsem odadaki insanlar tepki vermeden on beş – yirmi

saniyem olacaktı. Belki biraz daha uzun, eğer başta ne yaptığımı anlamazlarsa. Çığlık

atmaya ya da acı hissetmeye vakti olmayacaktı; onu zalimce öldürmeyecektim.

Korkunç derecede çekici kana sahip bu yabancıya verebileceğimin en fazlası buydu.

Ama sonra kalanların kaçmasını engellemem gerekecekti. Pencereler kimsenin

kaçamayacağı kadar küçük ve yüksekti. Sadece kapı – onu tut ve hepsi kapana

kısılsın.

Panik içinde mücadele eder ve karmaşa içinde hareket ederlerken hepsini

birden öldürmek daha yavaş ve zor olacaktı. İmkansız değildi; ama çok fazla ses

olacaktı. Bir sürü çığlığa vakit olacaktı. Birileri duyacaktı… ve ben bu kara saatte

daha çok masumu öldürmeye zorlanacaktım.

Ayrıca ben diğerlerini öldürürken, onun kanı soğuyacaktı.
madhmazeL
madhmazeL
İnsan
İnsan

Mesaj Sayısı : 123
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 24/07/10
Yaş : 30

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Midnight Sun Türkçe Çeviri 1. Bölüm (İlk Bakış)  Empty Geri: Midnight Sun Türkçe Çeviri 1. Bölüm (İlk Bakış)

Mesaj tarafından madhmazeL Ptsi Ağus. 09, 2010 10:42 am



Koku, boğazımı susatıcı acıyla keserek beni cezalandırdı.

O zaman görgü tanıklarından başlayacaktım.

Aklımda haritasını yaptım. Odanın ortasında, arkadaki en uzak sıradaydım.

Sağ yanımı önce hallederdim. Saniyede dört ya da beş tanesinin boynunu

kırabileceğimi tahmin ediyordum. Sesli olmazdı. Sağ kısım şanslı olan taraftı; benim

geldiğimi görmezlerdi. Öne doğru hareket edip sol tarafa dönerek, bu odadaki her

hayatı sonlandırmam en fazla beş saniyemi alırdı.

Bella Swan’ın onun için neyin geldiğini görmesine yetecek kadar uzundu.

Korkmasına yetecek kadar uzundu. Belki, eğer şok onu olduğu yerde dondurmazsa

bir çığlık atmasına yetecek kadar uzundu. Bir yumuşak çığlık kimseyi koşturmazdı.

Derin bir nefes aldım. Koku, kuru damarlarımda yarışan bir alevdi. Göğsümü

sahip olduğum daha iyi her dürtüyü kül ederek yakıyordu.

Şimdi yeni dönüyordu. Birkaç saniye içinde benden santimler öteye

oturacaktı.

Kafamdaki canavar beklentiyle gülümsedi.

Solumda, biri bir dosyayı sertçe kapattı. Ölüme mahkum hangi insan

olduğunu görmek için bakmadım; ama bu hareket yüzüme doğru normal, kokusuz

hava gelmesini sağladı.

Kısa bir saniye için, net şekilde düşünebilmiştim. Bu değerli saniyede, kafamın

içinde yan yana iki yüz gördüm.

Biri benimdi, ya da eskiden benimdi: Çok insan öldüren, öyle ki sayısını

saymayı bıraktığım kırmızı gözlü canavar. Mantıklı kılınan, dayanağa sahip

cinayetler. Bir katil katili, daha güçsüz canavarların katili. Bir ilah karışımıydı, bunu

kabul ediyordum – kimin idam cezası hak ettiğine karar veriyordu. Ödün vererek

kendimle yaptığım bir anlaşmaydı bu. İnsan kanıyla beslenmiştim; ama sadece en

gevşek tanımla. Kurbanlarım, çeşitli karanlık zevkleriyle, benden daha fazla insan

değillerdi.

Diğer yüz Carlisle’ındı.

İki surat arasında hiçbir benzerlik yoktu. Biri parlak gündü ve diğeri en

karanlık geceydi.

Bir benzerlik olması için sebep yoktu. Carlisle benim biyolojik olarak babam

değildi. Ortak hatlar paylaşmıyorduk.

Rengimizdeki benzerlik, olduğumuz şeyin bir sonucuydu; bütün vampirler

aynı buz beyazı tene sahipti. Gözlerimizin rengindeki benzerlik ayrı bir şeydi – ortak

seçimin bir yansıması.

Ve yine de bir benzerlik için kaynak olmasa da, seçimini benimsediğim ve

adımlarını takip ettiğim son yetmiş yılda, yüzümün onunkini yansıtmaya başladığını

düşünmüştüm. Hatlarım değişmemişti; ama bana, bilgeliğinin birazı ifademi

işaretlemiş, merhameti ağzımın şeklinde izlenebiliyormuş ve sabrının işaretleri

kaşımda belirgin gibi gelmişti.

Bütün bu küçük gelişmeler, canavarın yüzünde kaybolmuştu. Kısa bir süre

içinde, yaratıcımla, sayılan her şekilde babam olan akıl hocamla geçirdiğim yılları

11

yansıtacak hiçbir şey kalmayacaktı. Gözlerim şeytanınki gibi kırmızı parlayacaktı ve

bütün benzerlik sonsuza dek kaybolacaktı.

Kafamda, Carlisle’ın gözleri beni yargılamıyordu. Yapacağım bu korkunç

davranış için beni affedeceğini biliyordum, çünkü beni seviyordu, çünkü aslında

olduğumdan daha iyi olduğumu düşünüyordu ve ona yanıldığını kanıtladığımda

bile, beni yine sevecekti.

Bella Swan yanımdaki sandalyeye oturdu, hareketleri tutuk ve sakardı –

korkuyla mı? – ve kanının kokusu, etrafımda acımasız bir bulut haline geldi.

Babama benim hakkımda yanıldığını kanıtlayacaktım. Bu durumun ıstırabı

neredeyse boğazımdaki ateş kadar acıttı.

Tiksinerek ondan uzaklaştım – onun için sızlanan canavar isyan etti.

Niye buraya gelmek zorundaydı? Niye var olmak zorundaydı? Niye aslında

hayat olmayan bu şeyde bulduğum küçücük huzuru bozmak zorundaydı? Bu

çileden çıkartıcı insan niye doğmuştu? Beni mahvedecekti.

Ani bir şiddetle, mantıksız nefret beni baştan aşağı sararken yüzümü

çevirdim.

Bu yaratık kimdi? Niye ben, niye şimdi? Sadece o, ortaya çıkmak için bu

ihtimali düşük kasabayı seçti diye niye ben her şeyi kaybetmek zorundaydım?

Niye buraya gelmişti!

Bir canavar olmak istemiyordum! Bir oda dolusu zararsız çocuğu öldürmek

istemiyordum! Ömür boyu fedakarlık ve inkarla kazandığım her şeyi kaybetmek

istemiyordum!

Yapmayacaktım. Bana bunu yaptıramayacaktı.

Problem kokuydu, kanının korkunç derecede çekici kokusuydu. Eğer karşı

koymanın sadece bir yolu olsaydı… keşke başka bir temiz hava dalgası zihnimi

berraklaştırabilseydi.

Bella Swan, uzun, gür, kızıl kahverengi saçlarını benim yönüme doğru salladı.

Delirmiş miydi? Canavarı kışkırtıyor gibiydi, onunla alay ediyor gibi.

Kokuyu benden uzağa üfleyecek hiçbir yardımsever esinti yoktu. Hepsi kısa

sürede yok olacaktı.

Hayır, hiç yardımcı esinti yoktu; ama nefes almak zorunda değildim.

Ciğerlerime dolan havayı durdurdum. Rahatlık aniydi; ama yarımdı.

Kokunun anısı hala kafamdaydı ve tadı dilimdeydi. Böyle bile, çok uzun süre karşı

koyamayacaktım; ama belki bir saatliğine yapabilirdim. Bir saat. Belki kurban olmak

zorunda olmayan kurbanlarla dolu bu odadan çıkmaya yetecek kadar zaman.

Nefes almamak rahatsız edici bir histi. Vücudumun oksijene ihtiyacı yoktu;

ama bu içgüdülerime ters düşüyordu. Gerginlik anlarında koku alma duyuma

diğerlerinden daha çok güvenirdim. Avda yolu gösterirdi, tehlike durumunda ilk

uyarıydı. Benim kadar tehlikeli bir şeye sık sık rastlamazdım; ama kendini koruma

içgüdüsü, benim türümde sıradan bir insanınki kadar güçlüydü.

Rahatsız edici; ama idare edilebilir. Onun kokusunu alıp, dişlerimi ince,

saydam ve nefis teninden, sıcak, ıslak, nabzı atan–

12

Bir saat! Sadece bir saat. O kokuyu, o tadı kesinlikle düşünmemeliydim.

Sessiz kız saçlarını aramıza koydu, dosyasına doğru dökülmesi için öne eğildi.

Yüzünü göremiyordum, berrak, derin gözlerindeki duyguları okumaya

çalışamıyordum. Buklelerini aramıza yaymasının sebebi bu muydu? O gözleri

benden saklamak mı? Korkudan? Utançtan? Sırlarını benden saklamak için?

Sessiz düşüncelerinden doğan eski rahatsızlığım, şimdi beni ele geçiren

ihtiyaçtan –ayrıca nefretten – çok daha zayıftı. Yanımdaki narin kadın-çocuktan

nefret ediyordum, ondan eski halime sarılışımın, aileme olan sevgimin, olduğumdan

daha iyi biri olmaya dair hayallerimin bütün hararetiyle nefret ediyordum. Ondan

nefret etmek, bana hissettirdiklerinden nefret etmek – bu biraz yardımcı oldu. Evet,

daha önce hissettiğim rahatsızlık zayıftı; ama o da biraz yardım etti. Beni onun tadını

hayal etmekten alıkoyacak her türlü duyguya sarıldım.

Nefret ve rahatsızlık. Sabırsızlık. Şu saat hiç geçmeyecek miydi?

Ve sonra ders bittiğinde… bu odadan çıkardı… ve ben ne yapardım?

Kendimi tanıtırdım. Merhaba, benim adım Edward Cullen. Sana bir sonraki sınıfına

kadar eşlik edebilir miyim?

Evet derdi. Yapılacak nazik hareket buydu. Benden şimdiden korkar ve

şüphelenirken bile, adete uyarak yanımda yürürdü. Onu yanlış tarafa yönlendirmek

kolay olmalıydı. Park yerinin arkasına oraya dokunmak için uzanan bir parmak gibi

yakın olan ormana. Ona kitabımı arabamda unuttuğumu söyleyebilirdim…

Birileri son kez birlikte görüldüğü insanın ben olduğumu fark eder miydi?

Her zamanki gibi yağmur yağıyordu; yanlış yöne giden yağmurluklu iki kişi çok

fazla dikkat çekmez ya da beni ele vermezdi.

Tabii bugün onun farkında olan tek öğrencinin ben olmadığımı saymazsak –

kimse benim kadar olmasa da. Özellikle Mike Newton, o sandalyesinde huzursuzca

kıpırdanırken –bana yakın olmaktan rahatsızdı, tıpkı herkesin olacağı gibi, tıpkı

kokusu bütün merhametli endişemi yok etmeden önce beklediğim gibi – her

hareketinin bilincindeydi. Eğer kız sınıftan benimle çıkarsa Mike Newton bunu fark

ederdi.

Eğer bir saat dayanabilirsem, iki saat dayanabilir miydim?

Yanmanın acısından korktum.

Boş bir eve gidecekti. Polis Şefi Swan tüm gün çalışıyordu. Evini, bu küçük

kasabadaki bütün evler gibi, biliyordum. Ormanın hemen yanındaydı, yakın komşu

yoktu. Çığlık atmaya vakti olsa bile, ki olmayacaktı, duyacak kimse olmazdı.

Bu işle ilgilenmenin sorumlu yolu buydu. İnsan kanı olmaksızın yetmiş yıl

idare etmiştim. Eğer nefesimi tutarsam, iki saat daha dayanabilirdim. Onu yalnız

yakaladığımda, başka kimsenin incinme riski olmayacaktı. Ve deneyim sırasında acele

etmek için de hiçbir sebep yok, diye katıldı kafamın içindeki canavar.

Bu odadaki on dokuz insanı çaba ve sabırla kurtararak, bu masum kızı

öldürdüğümde daha az canavar olacağımı düşünmek saçmaydı.

13

Ondan nefret etsem de, bunun adaletsiz olduğunu biliyordum. Aslında

kendimden nefret ettiğimi biliyordum ve o öldüğünde ikimizden de çok daha fazla

nefret edecektim.

Bir saati bu şekilde geçirdim – onu öldürmenin en iyi yollarını hayal ederek.

Asıl eylemi düşlememeye çalıştım. Bu bana fazla gelebilirdi; bu savaşı kaybedip

görüşümdeki herkesi öldürebilirdim. O yüzden stratejiden başka hiçbir şey

planlamadım.

Bir kere, sona doğru, saçlarıyla ördüğü duvardan bana baktı. Bakışıyla

buluştuğumda benden yayılan adaletsiz nefreti hissedebiliyordum – onun korkmuş

gözlerinde bunun yansımasını görebiliyordum. Kan, o yüzünü tekrar saklayamadan

önce yanağını renklendirdi ve ben neredeyse mahvolmuştum.

Ama zil çaldı. Zil kurtardı – ne kadar da klişe. İkimiz de kurtulduk. O

ölümden kurtuldu. Ben ise sadece kısa bir süreliğine korktuğum ve nefret ettiğim

kabus gibi yaratığa dönüşmekten kurtuldum.

Odadan dışarı fırlarken, gerektiği kadar yavaş yürüyemedim. Eğer biri bana

bakıyor olsaydı, hareket edişimde bir yanlışlık olduğundan şüphelenebilirlerdi.

Kimse bana dikkat etmiyordu. Bütün insan düşünceleri, bir saatten biraz kısa bir

süre içinde ölmeye hükümlü kızın etrafında dönüyordu.

Arabama saklandım.

Kendimi saklanmak zorunda kalmış olarak düşünmekten hoşlanmazdım.

Kulağa ne kadar ödlekçe geliyordu… ama şüphesiz, şimdi durum buydu.

Şimdi insanların arasında olmama yetecek kadar disipline sahip değildim.

Birini öldürmemek için bu kadar odaklanmam, diğerlerine karşı gelmem için bana

kaynak bırakmıyordu. Bu ne büyük bir israf olurdu. Eğer canavara boyun

eğeceksem, yenilgiye değecek hale getirebilirdim.

Genelde beni sakinleştiren bir CD çaldım; ama çok az işe yaradı. Hayır, en çok

yardım eden, açık pencerelerimden hafif yağmurla birlikte giren serin, ıslak ve temiz

havaydı. Bella Swan’ın kanını kusursuz netlikle hatırlamama rağmen, temiz havayı

içime çekmek, bunun enfeksiyonunu vücudumdan yıkamak gibiydi.

Aklım yine başımdaydı. Tekrar düşünebilirdim ve tekrar savaşabilirdim.

Olmak istemediğim şeye karşı savaşabilirdim.

Evine gitmek zorunda değildim. Onu öldürmek zorunda değildim. Açıkça,

mantıklı, düşünebilen bir yaratıktım ve seçeneğim vardı. Her zaman bir seçenek

vardı.

Sınıftaki gibi hissettirmiyordu… ama şimdi ondan uzaktaydım. Belki, eğer

ondan çok çok dikkatle kaçarsam hayatımın değişmesine gerek kalmazdı. İşler

istediğim şekilde düzenliydi. Niye böle çileden çıkarıcı ve leziz birinin bunu

mahvetmesine izin verecektim ki?

Babamı hayal kırıklığına uğratmak zorunda değildim. Annemin gerginlik,

endişe… acı çekmesine sebep olmak zorunda değildim. Evet, bu beni evlat edinmiş

annemi de incitirdi ve Esme çok nazik, çok duygusal ve yumuşaktı. Onun gibi birine

acı çektirmek kesinlikle affedilemezdi.

14

Bu insan kızını Jessica Stanley’nin art niyetli düşüncelerinin küçük, dişsiz

tehdidinden korumak istemem ne kadar ironikti. Isabella Swan için bir koruyucu

olabilecek son kişi bendim. Asla herhangi bir şeyden, benden ihtiyacı olduğu kadar

korunmaya gereksinimi olmayacaktı.

Aniden Alice’in nerede olduğunu merak ettim. Swan kızını pek çok şekilde

öldürdüğümü görmemiş miydi? Niye yardım etmeye gelmemişti – beni durdurmaya

ya da kanıtları yok etmeye, hangisi olursa? Jasper’la ilgili sorunları izlemeye

dikkatini öyle vermişti ki, bu çok daha korkunç ihtimali kaçırmış mıydı?

Düşündüğümden daha mı güçlüydüm? Kıza gerçekten hiçbir şey yapmayacak

mıydım?

Hayır. Bunun doğru olmadığını biliyordum. Alice mutlaka Jasper’a çok fazla

odaklanıyor olmalıydı.

Olacağını bildiğim yönü, İngilizce sınıfları için kullanılan küçük binayı

taradım. Tanıdık ‘sesi’ni bulmam uzun sürmedi. Ve haklıydım. Her düşüncesi

Jasper’a dönüktü, en ufak kararlarını dakika dakika takip ediyordu.

Ona akıl danışabilmeyi diledim; ama aynı zamanda ne yapabileceğimi

bilmediğinden memnundum, son bir saatte düşündüğüm katliamın farkında

olmamasından.

Vücudumda yeni bir yanma hissettim – utanç. Hiçbirinin bilmesini

istemiyordum.

Eğer Bella Swan’dan kaçabilirsem, eğer onu öldürmemeyi başarabilirsem –

bunu düşündüğümde bile, canavar kıvrandı ve dişlerini sinirle gıcırdattı – o zaman

kimsenin bilmesine gerek kalmazdı. Eğer onun kokusundan uzak durabilirsem…

En azından niye denemeyeceğime dair hiçbir sebep yoktu. İyi bir seçim

yapmayı, Carlisle’ın olduğumu düşündüğüm kişi olmayı.

Okulun son saati neredeyse bitmişti. Yeni planımı hemen harekete geçirmeye

karar verdim. Burada, yanımdan geçip beni tekrar mahvedebileceği yerde

oturmaktan iyiydi. Yine, kıza haksız bir nefret hissettim. Üzerimde sahip olduğu bu

bilinçsiz güçten nefret ettim. Beni hakaret ettiğim bir şeye dönüştürebilmesinden

nefret ettim.

Küçük kampüsten ofise doğru hızla yürüdüm – biraz fazla hızla; ama tanık

yoktu. Bella Swan’ın yolunun benimle kesişmesi için hiçbir sebep yoktu. Olduğu bela

gibi kaçınılacaktı.

Ofis görmek istediğim sekreter dışında boştu.

Sessiz girişimi fark etmedi.

“Bayan Cope?”

Doğal olmayan kırmızı saçlı kadın baktı ve gözleri büyüdü. Anlamadıkları

küçük işaretler onları hep hazırlıksız yakalardı, bizi daha önce ne kadar çok görmüş

olsalar da.

“Ah.” dedi şaşırıp, zorlukla soluyarak. Bluzunu düzeltti. Aptal, diye düşündü

kendi kendine. O neredeyse benim çocuğum olacak kadar genç. Böyle düşünmek için çok

15

genç… “Merhaba Edward. Senin için ne yapabilirim?” Kalın gözlüklerinin arkasında

kirpikleri titredi.

Rahatsız edici. Ama olmak istediğim zaman nasıl çekici olabileceğimi

biliyordum. Hangi ses tonuyla konuşacağımı, hangi hareketleri yapacağımı bildiğim

için kolaydı.

Öne doğru eğilip, derinliksiz, küçük kahverengi gözlerine derin bakıyormuş

gibi bakışıyla buluştum. Düşünceleri şimdiden heyecan içindeydi. Bu basit

olmalıydı.

“Bana ders programımla ilgili yardım edip edemeyeceğinizi merak

ediyordum.” dedim insanları korkutmamak için ayırdığım yumuşak sesle.

Kalbinin temposunun arttığını duydum.

“Tabii ki Edward. Nasıl yardımcı olabilirim?” Çok genç, çok genç, diye

tekrarladı. Yanılıyordu tabii ki. Ben onun büyükbabasından daha yaşlıydım; ama

ehliyet belgeme göre, haklıydı.

“Acaba biyoloji sınıfımdan son sınıf seviyesinde fen dersine geçebilir miyim?

Fizik, mesela?”

“Bay Banner’la bir problem mi var Edward?”

“Hayır, sadece ben bu konuları zaten işlemiştim…”

“Alaska’da gittiğiniz hızlandırılmış okulda, doğru.” Bunu düşünürken ince

dudakları büzüldü. Hepsi üniversitede olmalılar. Öğretmenlerin şikayet ettiğini hiç

duymadım. Muhteşem notlar, cevap verirken tereddüt yok, testlerde hiç yanlış cevap yok –

sanki her konuda hile yapmanın bir yolunu bulmuşlar gibi. Bay Varner bir öğrencinin ondan

daha zeki olduğunu düşünmektense, hile yapıldığına inanmayı tercih eder… Annelerinin

onlara özel ders verdiğine bahse girerim… “Aslına bakarsan Edward, Fizik şu anda

oldukça dolu. Bay Banner bir sınıfta yirmi beşten fazla öğrenci olmasından nefret

eder–”

“Ben problem çıkarmam.”

Tabii ki hayır. Kusursuz bir Cullen çıkarmaz. “Bunu biliyorum Edward; ama şu

anki haliyle sıralar tam yetiyor…”

“O zaman dersi bırakabilir miyim? O saati kendim çalışmak için

kullanabilirim.”

“Biyolojiyi bırakmak mı?” Ağzı şaşkınlıkla açıldı. Bu delice. Bildiğin bir konuyu

oturup dinlemek ne kadar zor? Mutlaka Bay Banner’la ilgili bir problem olmalı. Acaba Bob’la

bu konuda konuşmalı mıyım? “Mezun olmak için yeterli kredin olmaz.”

“Seneye tamamlarım.”

“Belki de bunun hakkında ailenle konuşmalısın.”

Arkamda kapı açıldı; ama her kimse beni düşünmüyordu, o yüzden

görmezden gelip Bayan Cope’a odaklandım. Biraz daha yakına eğildim ve gözlerimi

daha büyük tuttum. Bu, eğer siyah yerine altın rengi olsalardı daha iyi işlerdi.

Siyahlık, olması gerektiği gibi insanları korkuturdu.

16

“Lütfen Bayan Cope?” Sesimi olabildiği kadar yumuşak ve zorlayıcı tuttum –

ve oldukça zorlayıcı olabildi. “Geçebileceğim başka bir bölüm yok mu? Birinde boş

yer olması gerektiğinden eminim? Altıncı saat Biyoloji tek seçenek olamaz…”

Dişlerimi çok geniş gösterip onu korkutmamaya dikkat ederek gülümsedim,

ifadenin yüzümü yumuşatmasına izin verdim.

Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Çok genç, diye hatırlattı kendine. “Peki, belki

Bob –yani Bay Banner’la konuşabilirim. Bir bakarım–”

Bir saniye aldı, her şeyin değişmesi: odadaki hava, buradaki görevim, bu kızıl

saçlı kadına doğru eğilmiş olma sebebim… Daha önce bir amaç için olanlar, şimdi

başka bir amaç içindi.

Samantha Wells’in kapıyı açıp, yandaki sepete imzalı bir geç kağıdını koyarak,

okuldan uzaklaşmak için aceleyle çıkması bir saniye aldı. Açık kapıdan gelen

rüzgarın bana çarpması bir saniye aldı. Kapıdaki ilk kişinin beni niye düşünceleriyle

bölmediğini anlamam bir saniye aldı.

Emin olmak için gerekmemesine rağmen döndüm. Bana karşı isyan eden

kaslarımı kontrol etmek için savaşarak, yavaşça döndüm.

Bella Swan sırtı kapının yanındaki duvara yaslı, elinde bir kağıtla orada

duruyordu. Benim vahşi, merhametsiz bakışımla karşılaştığında gözleri normalden

daha da büyüdü.

Kanının kokusu bu küçük, sıcak odadaki havanın her parçasına işlemişti.

Boğazım alevler içinde yarıldı.

Canavar, kızın gözlerindeki aynadan yine bana öfkeyle baktı, kötünün

maskesi.

Elim tezgahın üzerindeki havada tereddüt etti. Uzatıp Bayan Cope’un

kafasını, masasına onu öldürmeye yetecek kuvvetle çarpmam için geri bakmam

gerekmiyordu. İki hayat, yirmi tanesi yerine. Bir takas.

Canavar heyecanla, açlıkla bunu yapmamı bekledi.

Ama her zaman bir seçenek vardı - olmak zorundaydı.

Akciğerlerimin hareketini kestim ve gözlerimin önüne Carlisle’ın yüzünü

yerleştirdim. Bayan Cope’a döndüm ve yüz ifademin değişimine olan iç şaşkınlığını

duydum. Benden geri çekildi; ama korkusu tutarlı kelimelere dökülmedi.

Kendimi inkar ederek öğrendiğim bütün kontrolü kullanarak yüzümü normal

ve yumuşak hale getirdim. Akciğerlerimde sadece bir kere daha konuşacak hava

kalmıştı, kelimeler aceleyle döküldü.

“Boş verin o zaman. İmkansız olduğunu görebiliyorum. Yardımınız için çok

teşekkür ederim.”

Döndüm ve kendimi odadan dışarı attım, santimler ötesinden geçerken kızın

sıcak kanlı vücudunun ısısını hissetmemeye çalıştım.

Arabama gidene kadar çok hızlı hareket ettim ve durmadım. İnsanların çoğu

çoktan gitmişti, o yüzden pek tanık yoktu. Birinci sınıflardan biri, D.J. Garrett fark

etti ve sonra aldırmadı.

17

Cullen nereden geldi – havadan belirmiş gibi… İşte yine hayal gücüm. Annem her

zaman der ki…

Volvo’ma girdiğimde, diğerleri zaten oradaydı. Nefes alıp verişimi kontrol

etmeye çalıştım; ama boğulmuş gibi, temiz havada soluk soluğaydım.

“Edward?” dedi Alice, sesinde endişeyle.

Ona sadece kafamı salladım.

“Sana ne oldu böyle?” diye sordu Emmett, o anlığına Jasper’ın rövanş

modunda olmadığı gerçeğinden dikkati dağılarak.

Cevap vermek yerine arabayı çalıştırdım. Bella Swan beni buraya kadar da

takip etmeden önce bu park yerinden gitmek zorundaydım. Benim kişisel şeytanım,

yakamı bırakmayan… Arabayı döndürdüm ve hızlandırdım. Yoldayken kırka

çıktım. Köşeyi dönmeden önce yetmişteydim.

Bakmadan Emmett, Rosalie ve Jasper’ın Alice’e döndüğünü biliyordum. Alice

omuzlarını silkti. Ne olduğunu göremiyordu, sadece ne geldiğini görebiliyordu.

Bana doğru baktı. İkimiz de kafasında gördüğü şeyi izledik ve ikimiz de

şaşırdık.

“Gidiyorsun?” diye fısıldadı.

Diğerleri şimdi bana bakıyordu.

“Öyle mi?” diye tısladım dişlerimin arasından.

Çözümüm bocalar ve başka bir seçim, geleceğimi daha karanlık bir yola

yönlendirirken, gördü.

“Ah.”

Bella Swan, ölü. Benim gözlerim, taze kanla parlak kırmızı. Takip edecek

arama. Bizim için güvenli olmasını bekleyip tekrar başlayacağımız zaman…

“Ah.” dedi tekrar. Görüntü daha da ayrıntılı hale geldi. Şef Swan’ın evinin

içini ilk defa gördüm, Bella’yı sarı dolaplı küçük mutfakta gördüm, onu gölgelerden

takip ederken… kokusunun beni ona çekmesine izin verirken… sırtı bana dönüktü…

“Dur!” dedim, daha fazla katlanamayıp, inleyerek.

“Özür dilerim.” diye fısıldadı, gözleri büyümüştü.

Canavar neşelendi.

Ve sonra kafasındaki görüntü tekrar değişti. Gece, boş bir yol, yanındaki

ağaçlar karla kaplı, saatte neredeyse iki yüz mille geçerken.

“Seni özleyeceğim.” dedi. “Ne kadar kısa zaman için gidiyor olursan ol.”

Emmett ve Rosalie birbirlerine endişeyle baktılar.

Bizi eve götüren yola girmek üzereydik.

“Bizi burada bırak.” dedi Alice. “Carlisle’a kendin söylemelisin.”

Başımı salladım ve araba aniden durdu.

Emmett, Rosalie ve Jasper sessizce çıktılar; ben gittiğimde Alice’e durumu

açıklatacaklardı. Alice omzuma dokundu.

“Doğru olanı yapacaksın.” diye mırıldandı. Bu sefer bir görüş değildi – bir

emirdi. “O Charlie Swan’ın tek ailesi. Bu onu da öldürür.”

“Evet.” dedim sadece son kısmına katılarak.

18

Kaşları endişeyle birleşerek diğerlerine katılmak için dışarı çıktı. Ben arabayı

döndürene kadar, ağaçların içinde görüşümden kaybolmuşlardı.

Kasabaya doğru hızlandım ve Alice’in kafasındaki görüşlerin, bir karanlık bir

parlak olarak değiştiğini biliyordum. Forks’a doksanla hızlanırken, nereye

gittiğimden emin değildim. Babama veda etmeye mi? Yoksa içimdeki canavarı

kucaklamaya mı? Yol, tekerleklerimin altında hızla kaydı.

madhmazeL
madhmazeL
İnsan
İnsan

Mesaj Sayısı : 123
Reputation : 0
Kayıt tarihi : 24/07/10
Yaş : 30

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz